Bilim-Ekoloji Genel

Sanayi Devrimi Öncesinde Ekolojik Koşullar – John Bellamy Foster (1)

Written by RizomDergi

Sunuş

Ekolojik yıkım, küresel ölçekte yaşamı tehdit etmektedir. Gezegenin varlık-yokluk meselesi olduğu söylenen böyle büyük bir soruna ilişkin yaklaşımlar da sorunun kendisi kadar önem kazanmaktadır. Çünkü teşhis doğru yapılmaz ise tedavinin işe yaramayacağı açıktır. Ekolojik yıkım sorununda son dönemde üç popüler eleştiri biçimi öne çıkmaktadır: Modernizmi şeytanlaştırmak, sanayi devrimini yadsımak ve insan-merkezcilik eleştirisi yapmak. Bu üç eleştiri, üç farklı yoldan ortak bir noktada buluşur: “Kapitalizm ile gerçek bir hesaplaşmanın önünü tıkamak”. İlk eleştiri, kapitalizmin yerine aydınlanma dönemini ve modernizmi hedef tahtasına oturtur. Modernizm ve aydınlanma çağının kazanımları; bilimsel ve felsefi devrimler, ussallık ve birey olma hakkı, egemenliğin yeryüzüne indirilmesi, özgürlük alanlarının genişlemesi, yurttaşlık hakları ve demokrasi, hepsi aynı sepete konur ve çöpe atılır. Modernizm öncesine güzellemeler yapılır. İkinci eleştiri de ilkinin yöntemini takip eder. Suçu sanayi devrimine atar, onu yadsır ve öncesinde var olduğu iddia edilen doğayla uyumlu bir geçmiş vadeder. Üçüncü eleştiri olan insan-merkezcilik eleştirisi ise sistemin egemenleri ile sömürülenlerini aynı kefede toptan cezalandırır. Çok uluslu şirketlerin ve yönetici sınıfların dünyanın her yanına yaydığı global yağma ile toprağını korumak isteyenler ve yaşam hakkını savunanlar, “insanlar” ailesi olarak ortak suçlu ilan edilir. Mücadele  edilecek olan belirsiz bir insan ‘idea’sına indirgenir, kapitalizm buharlaştırılır. Oysa tespiti tam ve doğru bir şekilde yapmak zorundayız. Ne kapitalizm öncesi harika bir uyum dönemidir ne de kapitalizm, kapitalizm öncesiyle eşdeğer bir tahribata sahiptir.

Ekolojik tarihe doğru bir perspektiften bakabilmek, aktüeli ve bugünü anlamamızı sağlayacaktır. Bu nedenle John Bellamy Foster’ın aşağıdaki çalışmasını  dört bölüm halinde sizlere sunuyoruz. İyi okumalar dileriz..

SANAYİ DEVRİMİ ÖNCESİNDE EKOLOJİK KOŞULLAR – John Bellamy Foster

10,000 yıl önce tarımın gelişiminden başlayarak, üretimin toplumsal örgütlenişinin bütün biçimleri çevre yıkımına katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte, insanın doğayla ilişkisinde birörnek(standart) bir ilişki gerçekleşmemiştir. Üretim gelişirken, doğa ile toplum arasındaki ilişki de değişmiştir. Bu nedenle, geniş ”ekotarihsel dönemler”i -”insan etkinliklerinin doğada çok geniş bölgeler üstünde(göreli olarak) birörnek değişikliklere yol açtığı” dönemleri – ayırt etmek mümkündür. [1] Böyle ekotarihsel dönemler, bir yandan insanların çevrelerine boyun eğmekten ”kendilerini kurtarışının” derecesi ile diğer yandan onların aynı çevre üzerinde yarattıkları yıkıcı etkinin derecesi ile birbirinden ayırt edilebilir.

Böyle görüldüğünde, kapitalist ekotarihsel dönemi, kapitalizm öncesindeki ekotarihsel dönemden ayırt eden şey, çevresel bozulma ya da ekolojik çöküş tehlikesi tehdidi değil – çünkü, bunların her ikisi de hiç değilse bölgesel düzeyde daha önce de vardı -, kapitalizme özgü iki ayırt edici niteliktir. Birincisi, kapitalizm son birkaç yüzyıl boyunca, yeryüzünü ”fethetme” konusunda öylesine başarılı olmuştur ki, onun yıkım operasyonunun alanı, bölgesel düzeyden, gezegensel düzeye kaymıştır. Ve ikinci olarak, doğanın sömürülmesi gittikçe daha çok evrenselleşmiştir, çünkü doğa güçleri, insanın varoluşunun toplumsal koşulları ile birlikte, gittikçe ekonominin alanı içine sokulmuş, ekonomiyle aynı ölçüye, yararlanılabilirlik ölçüsüne tabi tutulmuştur.[2]

Kapitalizm öncesi ve kapitalizm devirlerinin etkilerinin birbirinden farklılığını göstererek, farklı ekotarihsel dönemlerin çevresel etkileri üzerinde odaklaşmak, çevre sorunlarına tarihsel bir yaklaşımı benimsemek demektir. Bu, demografik etkilerle ilişkilendirilen çevre problemleri dışında kalan bütün çevre problemlerini, Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan üretim teknolojisine bağlayan geleneksel yaygın anlayıştan bir kopuşu temsil eder. Böyle düşünenler, belirgin özelliği ekolojik uyum olan görkemli bir geçmiş icat ederek, insanlığın Sanayi Devriminden önceki ekolojik tarihini genellikle önemsemezler. İşte, bir iktisat tarihçisinin sunduğu idealize edilmiş portre:

“Kirlilik, doğal çevrenin kaybolması, trafik sıkışıklığı ve trafik kazaları, açıkça sanayileşmenin ve modern teknolojinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve bunların sanayi öncesi toplumlarda açıkça görülebilir olan hiçbir önemli benzeri yoktur. Geleneksel köylü toplumları üstüne daha çok çalışma yapıldıkça, bu toplumların, genellikle, doğayla hemen hemen mucizevi bir uyumu başarmış oldukları, şimdiki ihtiyaçlar için kullanma ile gelecek kuşakların ihtiyaçları için koruma arasında, modern ekonomik mekanizmanın nadiren yaklaşabildiği bir başarı derecesinde denge kurdukları daha açık hale gelir.”[3]

Böyle övücü portrelere rağmen, yeryüzünde sürdürülebilir bir yaşama konusunda problemler çıkaran şey, sadece bugünün sanayi üretimi değildir. Temel ekolojik sorunlarımızın birçoğu sanayi öncesi zamanlarda da vardır. Üstelik teknolojiye temel oluşturan toplumsal sistemleri değil de, teknolojiyi suçlama konusundaki modern eğilimin iki sonucu vardır: O, ekolojik problemleri toplumu kökten ve yeniden örgütleyerek çözme yolunda herhangi bir girişime engel olur ve sanayiyi yadsıyarak ve böylece modern dünyadan çekilmek dışında hiçbir şey yapmaksızın, toplumun sanayi öncesi dönemlerin efsanevi ekolojik uyum durumuna dönebileceği şeklindeki naif anlayışa yol açar.[4]

Bu söylediklerimizin hiçbiri, Nüfus – Bolluk – Teknoloji formülü ile ölçüldüğünde, sanayi öncesi toplumların çevre üzerindeki etkisinin bugünkünden sonsuz denecek derecede daha küçük olduğunu yadsımak değildir. Yine bu ilk toplumlar, genellikle daha fazla artı-değer elde etmek için tasarlanmış insan müdahalelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bölgesel çevre değişimleri karşısında özellikle savunmasızdır. Çünkü, bu değişmeler, sürdürülebilir üretimin aşırı derecede dar sınırları ne zaman aşılsa, ekolojik çöküş hayaletini doğururlar. Kapitalizm öncesi ve sanayi öncesi toplumların tarihi bu yüzden, çevreyi yağmalamanın yol açtığı toplumsal çöküş örnekleri ile doludur. Tarihsel ve arkeolojik kanıtlar Sümer, Indus Vadisi, Yunan, Fenike, Roma ve Maya uygarlıklarının tümünün, kısmen ekolojik olan faktörler yüzünden çöktüğünü gösterir. Son olarak, yüksek orandaki bebek ölümleri, düşük yaşam beklentisi, kırılmalara yol açan yetersiz beslenme, açlık ve salgın hastalık tehdidi, Sanayi Devrimi öncesinde dünya nüfusunun büyük kısmını içine alan köylül üğün belirgin özellikleri olmuştur. B una da, ”doğa ile mucizevi uyum” demek çok zordur. [5]

HARACA DAYALl TOPLUMLARIN EKOLOJiSi

İlk büyük uygarlıklar, düşük bir tarımsal gelişme düzeyinin ötesine geçen, devlet yapıları ve sınıfsal hiyerarşiyle karakterize edilen bir aşamaya ulaşabilen toplumlardan oluşmuştur. Toprağın ve ondan elde edilen mahsulün üstündeki kontrol, köylü üreticilerden, ekonomik olmayan vasıtalarla haraç alınması yoluyla – ”haraç veren toplumlar” adı da buradan gelir – kullanılır. Eski Mısır, feodal Avrupa ve Aztek İmparatorluğu, bunların tümü, haraca dayalı toplumlara örnektir. Her ne kadar, onun ortaya çıkışı dünyanın değişik yerlerinde değişik zamanlarda olsa ve toplumsal ilişkiler farklılık gösterse de, haraca dayalı (tributary) üretim biçimi (Avrupa, Asya, Afrika ve Amerikalarda bulunabilecek) evrensel bir gelişme yolunun bir kısmıdır. Bu, Mezopotamya’da MÖ 4000 civarında, dünya tarihinde ilk okur-yazar toplum olan Sümerlerin ortaya çıkışından, 15. yüzyılın sonlarında kapitalizmin doğuşuna kadar uzanan 5000 yıldan daha uzun bir zaman boyunca en gelişmiş ekonomik formasyon tipiydi.[6]

Bu toplumlar, esas olarak tarım toplumları olduğu için, haraca dayalı toplumsal oluşumlar, toprağın tahrip edilmesinden kaynaklanan ekolojik çöküşe karşı özellikle savunmasızdırlar. Sümer uygarlığının ölümü, böyle ekolojik sınırları aşmanın kayıtlara geçen en eski örneğini oluşturur. Sümer uygarlığı, Dicle ve Fırat ırmaklarının deltalarında doğdu ve hemen hemen 2000 yıl boyunca başarılıydı. Fakat artan nüfus, (artık kendi yiyeceğini yetiştirmeyen ve artan bir talebin kaynağı olan) çok sayıda bürokratı ve askeri besleme ihtiyacı ve rakip siteler arasındaki rekabet, toprağın öyle çok sulanmasına yol açtı ki, üretimin temelleri yavaş yavaş çöktü.

Sulama arttıkça, çok düz olan ve kısmen ırmakların ve kanalların taşıdığı alüvyon ve çamurun birikmesinden dolayı yavaş yavaş yüzey suyu çekilen toprağın içi yavaş yavaş suyla doldu ve taban suyu seviyesi yükseldi. Bu %n sulama sisteminin alüvyonunu ve çamurunu temizlemek ve sürekli temiz tutmak için muazzam bir işgücüne ihtiyaç doğdu. Savaş ve iç kargaşa dönemleri sırasında, sulama araçları bakımsız, tamire muhtaç bir duruma düştü. Bu da ırmakların ve sel sularının bölgeyi basma eğilimini yükseltti. Suyun taşıdığı tuz, kötü drenaj ve yüksek oranda bir buharlaşma ile birleşince, yüzey toprağına nüfuz eden ince bir tuz tabakasının oluşmasıyla sonuçlandı. Bu da toprağın verimliliğini yok etti ve en sonunda Sümer uygarlığının MÖ yaklaşık 2000 yılları civarında çökmesine yol açtı.[7]

2000 yıldan daha uzun bir süre sonra Roma İmparatorluğu’nun gerilemesi ve yıkılması da, önemli bir dereceye kadar çevre yıkımına bağlanabilir. Tunus’ tan Fas’ a kadar Kuzey Afrika’ nın geniş kesimleri, esas olarak tarıma dayanan bu imparatorluk için önemli bir tahıl deposu olarak hizmet etti ve yeterli miktarda yiyecek üretimi çölleşme nedeniyle gittikçe daha zor hale geldi. Çoğalan bir nüfus, Roma’nın yönetici tabakasının talep ettiği haraç ile birlikte, toprağın kötüleşmesine ve üretimin gittikçe daha marjinal topraklara doğru yayılmasına yol açtı. Ağaçlar kesilince ve kötü hava koşullarına maruz kalınca, kolayca erozyona uğrayan dik yamaçların ve savunmasız toprakların tarıma açılması, toprağı harap etti. Aşırı otlatma ağaç fidanlarını, çimenleri ve otları yok ettiği için, çayırların kendilerini doğal biçimde yeni lemesini engel ledi. Bütün bunlar öylesine şiddetli bir erozyonla sonuçlandı ki, toprağın büyük bir kısmı hala eski, sağlıklı haline gelemedi.

Roma’nın Kuzey Afrika’daki eyaletlerindeki büyük kentlerin harabeleri şimdi çöllerle çevrilidir. Bu arada, İtalya’da ırmaklara inen mil, sivrisineklerin üreyip çoğaldığı yerler haline gelen bataklıkları oluşturdu. Bu da şiddetli sıtma salgınlarının patlamasına yol açtı. Böylece Roma, MS 2. yüzyıldan sonra, kronik gıda sıkıntısından ve yükselen ölüm oranından muzdarip oldu. Bunların her ikisi de, nüfusun azalmasına ve İmparatorluğun zayıflamasına katkıda bulundu.

Diğer antik haraca dayalı toplumsal oluşumlar da, aynı çevresel etmenlerden dolayı çöktü. Orta Amerika’da Maya uygarlığı, kısmen tropik ormanların geniş ölçüde kesilmesi ve erozyon yüzünden MS 800 civarında çöktü. Böylece tarımsal bir kriz, Maya uygarlığının batışıyla ilişkili görülen nüfus sayısındaki hızlı düşüşü çabuklaştırmış gibi görünmektedir. MS 800’ün hemen öncesindeki döneme ait iskeletler yüksek bebek ve kadın ölüm oranını ve kötüleşen beslenme standartlarının neden olduğu hastalıkların artış düzeylerini gösterir. [8]

MS 5. yüzyılın ortalarında Roma’nın yıkılmasından 15. yüzyılda merkantilist kapitalizmin başlangıcına kadar, Ortaçağ Avrupası’nın feodal toplumunda, ekolojik yıkım, her ne kadar birçok bakımdan Roma İmparatorluğundakinden daha az sistematik ve daha az tahripkar ise de, yine de muazzam ölçeklerde sürdü gitti. Köylülerin toprağı ”doğal” bir biçimde işlediği bir altın çağ olmaktan çok uzak olan Ortaçağ dönemi, İngiliz toplum kuramcısı Raymond Williams’ın sözleriyle ”birçok insanın, zorla vergi alma ve zorla çalıştırma yolu ile bağlanan ya da ‘hayvanlar gibi alınıp satılan, ancak hayvanların ve ırmakların korunduğu gibi, daha çok iş, daha çok yiyecek, daha çok kan elde etmek için yasa ve adetle ‘korunan’ çalışan hayvanlara indirgenişini” gördü.[9] 11.yüzyılın sonunda, İngiltere’nin sadece % 20’si hala ağaçlarla kaplı idi. 1500’de Avrupa’da ağaç tüketimi 60-80 milyon ton arasında bir miktara ya da kişi başına yılda yaklaşık bir tona ulaştı. Toprağın tükenmesi ve aşırı otlatma, Fernand Braudel’in sözleriyle, ”yüzyıllar boyu aralıksız olarak insanın biyolojik rejiminin bir parçası ve günlük yaşam içine yerleşmiş” hale gelecek biçimde ısrarla tekrarlanan kıtlıktan kısmen sorumludur. Ayrıca, ”kıtlık asla diğer olaylardan kopuk bir olay değildi. Er ya da geç, o salgın hastalıklara kapıyı açtı.” [10]

17.yüzyılın sonlarında Fransa’nın nüfusunun yarısı 20 yaşından önce ölüyordu ve sadece %10’u 60 yaşına kadar yaşıyordu. 18. yüzyılda, Fransa on altı kıtlık yaşadı. Bunların her biri ülkenin her yanına uzanıyordu.[11] Bölüm l ‘de dikkat çektiğimiz gibi, ancak Amerika’nın Avrupalılar tarafından ”keşfi” ve 16.-18.yüzyıllar arasındaki ticaret devrimi sırasında Yeni Dünya’nın tarım ürünlerinin Avrupa’ya derece derece yayılmasıdır ki, sonunda Avrupa’yı kıtlıktan kurtardı: ”Mısır ve patates kültürünün Avrupa’ya girişi ve sonra Avrupa içine yayılması, 1 8. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın hızlı bir nüfus artışı dönemine girdiği zaman gıda probleminin çözümüne ve kıtlık tehlikesinin azaltılmasına büyük ölçüde katkıda bulundu” diyor Cipolla. [12] Böylece, insanlık tarihinin erken dönemlerinin çoğunda insanlığın durumunun belirgin özelliği olan ”uzun yaşama mücadelesi”, yerini en sonunda tarımsal üretkenlikte ve insan sağlığında köklü iyileşmeleri yansıtan sıfır nüfus artışına bıraktı.

[1] Yrjö Haila ve Richard Levins, Humanity and Nature [ İnsanlık ve Doğa] (London: Pluto Press, 1992), s. 1 90.

[2] A.g.e., s. 192, 201 .

[3] J. D. Gould, Economic Growth in History) [Tarihte Ekonomik Büyüme] (London: Methuen, 1972), s. 9. Bir eleştiri için bkz., Cipolla, Begore the Industrial Revolution [ Sanayi Devriminden Önce] (New York: Norton, 1980), s.135-40.

[4] Raymond Williams. Resources of Hope [Umut Kaynakları] (London: Verso, 1989), s.212

[5] Ponting. Green History,s.68-88.

[6] Samir Amin, Class and Nation [Sınıf ve Ulus] (New York: Monthly Review Press. 1980), 46-70:  L. S. Stavrianos, Lifelines from Our Past [Geçmişimizden Cankurtaran  Halatları] (New York: Pantheon. 1989), s.45-86; Eric Wolf, Europe and the People Without History(Berkeley: University of California Press, 1982), s. 79-83.

[7] Ponting, Green History. s.68-73: Daniel Hillel, Out of the Earth [Dünyanın Dışında] (Berkeley: University of California Press,1991 ), s.78-87.

[8] Ponting, Green History,s.73-83: Edward Goldsmith, The Great U-Turn [Büyük U-dönüşü] (Hartland, Devon: Green Books, 1988). s.3-29: Tom Dale ve Vernon Carter, Topsoil and Civilization [Toprak ve Uygarlık) (Norman, OK: University of Oklahoma Press, 1955), s. 109-55, 196-97: T. P. Culbert, editör, The Classic Maya Collapse [Klasik Maya Uygarlığının Çöküşü] (Albuquerque: University of New Mexico Press, 1975), s.362-65.

[9] Williams, Country and City, s. 37-38.

[10] Kirkpatrick Sale, The Conquest of Paradise [Cennetin Fethi] ( New York: Alfred A. Knopf,1990), s. 74-91: Fernand Braudel, The Structures of Everyday Life[Günlük Yaşamın Yapısı] (New York: Harper and Row,1979), 73-78.

[11] Braudel, Structures of Everyday Life, ss. 70-71, 124. 1 58-71; Ponting, Green History, 88- 116.

[12] Cipolla, Before the İndustrial Revolution, s.234; Braudel, Structure of Everyday Life, 158-71; Jack Weatherford, lndian Givers [Hintli Vericileri] (New York: Ballantine,1988), s.59-78.

Kaynak: John Bellamy Foster, Savunmasız Gezegen, çev.: Hasan Ünder, Epos Yayınları, 2002.

Yazar Hakkında

RizomDergi