Kölenin Özgürlük Paradoksu
“Boşunadır, sağır kulaklara söylenen akıllıca sözler.”
Johann Wolfgang von Goethe1
İnsanlık tarihinde gelişimin ve değişimin önünde sayısız engel olduğu söylenebilir. Ancak hiçbirinin, şimdi dile getireceğim olgu kadar etkili olduğunu sanmıyorum: Kölenin Özgürlük Paradoksu…
Uzaktan baktığınızda, zincire vurulmuş, efendisi tarafından aşağılanan köleye üzülüyorsunuz. Onu uyarmak istiyorsunuz, insan ve yurttaş haklarına sahip bir birey olmasını arzuluyorsunuz. Efendisi, köleye görevlerini bildirip yanından ayrıldığında fırsatını bulup yaklaşıyorsunuz ve yurttaş haklarından bahsediyorsunuz. Ancak köle, halinden memnun olduğunu belirtiyor ve efendisine hayranlığını dile getiriyor. Tam o anda efendisi geri dönüyor. Ona, köleyi ne hale getirdiğini, bunun insan ve yurttaş haklarına aykırı olduğunu anlatmaya çalışırken, köle birden sizi tehdit olarak algılıyor ve efendisini savunmak için size saldırıyor:
“Ben halimden memnunum, özgürlüğüme karışma!”
Efendisinin zalimliği ve adaletsizliği dilden dile yayıldığında, bu durumu köleye hatırlatıyorsunuz. Ancak köle, efendisine toz konduramıyor. Onun kötü niyetli olamayacağını, mutlaka bir bildiği olduğunu, hatta ona iftira atıldığını söylüyor. Kandırıldığını kabul etmiyor, hatta sizi kandırılmadığına ikna etmeye çalışıyor.

Sonuç olarak, köle yalnızca kendi hayatını değil, içinde yaşadığı toplumun geleceğini de zincire mahkum ediyor.
Tedavül
Kölenin aldanmaya karşı geliştirdiği refleks, ülkemizde bilgiye ve düşünceye dair benimsenen benzer yaklaşımları aklıma getirdi.
Entelektüel ortamımızda, sağlıklı tartışmaların önünü kesen, sevimsizlik yaratan bir alışkanlık söz konusu. Daha gelişmiş bir fikri ya da bilgiyi kabul etmek, bir erdem olarak görülmüyor. Tam tersine, bilgilerin ve fikirlerin geçerliliğini kaybetmesi, bir ölüm-kalım meselesine dönüştürülüyor. Kelimeler, bir fikri doğru ifade etmenin değil; saldırmanın, karşı tarafı küçük düşürmenin ve üstünlük sağlamanın aracı haline geliyor.
Nasıl ki köle, inandığı gerçekliğin çökmesini kabul edemiyorsa, entelektüel ortamda da bu gerçekle yüzleşilemiyor.

Bu konuda düşündürücü bir önermeye, Fernand Braudel’in başyapıtı Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları’nı okurken, Mehmet Ali Kılıçbay’ın önsözünde rastladım:
“Çünkü ülkemizde, gerçeğin bir kerede ebediyete kadar geçerli olmak üzere bulunabileceği inancı hala sürmektedir. Ve zaten zorlukla bazı şeylerin şöyle ucundan öğrenilebildiği bir ülkede, bilginin son derece zahmetle elde edildiğine inanıldığı bu ülkede, bir de son zamanlarda toplumun tümüne araz olan biriktirme ve edinme tutkusunun birleşmesi halinde, insanlarımız zorlukla, zahmetle elde ettikleri ve biriktirdikleri bilgi kırıntılarının birden bire hiçbir değerinin olmadığını gördüklerinde buna kesinlikle tahammül edemeyecek ve tedavülden kalkmış paralarının hala değerli olduğunu sonuna kadar savunacaklardır. Türkiye’nin entelektüel ortamının derin dramlarından birinin kökleri bu olgunun içindedir.
İnsanlar alıştıkları gibi düşünmekten hoşlanır ve çoğu zaman sanıldığı tersine bilinmeyeni öğrenmekten korkarlar, çoğumuz için bilmek değil, alışılanı bilmek önemlidir. Ve alışılmamış ise bir dehşet alanıdır.“2
Bu önermeyi biraz daha genişletmek mümkün:
Tüketim odaklı bir çağda yaşıyor olmamız, “şimdiki zamanın içindeki geçmişin parçalanması”3 ve sürekli anı yaşamaya zorlanmamız, her şeyin hızlı, bilinçsiz ve kontrolsüz şekilde eskimesi, değişime direnç gösterme ve statükoyu koruma refleksini güçlendiriyor. Bu durum, her alanda filizlenen tutuculuğun, köktenciliğin ve yapay muhafazakârlığın en büyük tetikleyicilerinden biri haline geliyor.
Silo
Hugh Howey’in aynı isimli romanından uyarlanan Silo, olay örgüsü, mekan tasarımı ve oyunculuk açısından beğendiğim bir yapım oldu. Dizide öne çıkan “sözleşme”, “düzen“, “yargı” gibi kavramların bağlamı yanı sıra sosyal sınıflandırmalar da yapımın düşünsel arka planını dikkat çekici kılıyor.

Silo, klasik anlamda distopik türde değerlendirilebilir. Ancak izlerken, bana içinde yaşadığım zamanın gerçekliğinden bir şeyler hissettirdi. Bununla birlikte, bazı yönlerini yoğunluk anlamında eksik bulduğumu söylemeliyim. Örneğin, suçluların sürekli serbest kaldığı, suçsuzlara ise sürekli suç üretildiği bir evren yaratılabilirdi. Sorumluların asla cezalandırılmadığı, aksine zamanla ödüllendirildiği bir düzen…
Yaşadığımız coğrafya için distopik mi, gerçeklik mi; siz de izledikten sonra üzerine düşünebilirsiniz.
Bir sonraki yazıda buluşmadan önce son sözü Alain Badiou’ya verelim:
“…gerçek mutluluk, mevcut haliyle dünyaya ve yerleşik kanaatlerin diktatörlüğüne karşı ayaklanmayı gerektirir.” Alain Badiou, Gerçek Mutluluğun Metafiziği4
Dipnotlar:
- Goethe, Johann Wolfgang von. Faust. Oda Yayınları ↩︎
- Braudel, Fernand. Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları. İmge Kitabevi Yayınları. ↩︎
- Hobsbawn, Eric. Kısa 20. Yüzyıl: 1914 – 1991 Aşırılıklar Çağı. Everest Yayınları. ↩︎
- Badiou, Alain. Gerçek Mutluluğun Metafiziği. Monokl Yayınları. ↩︎
