İnsan doğası hem günlük yaşamın içinde hem de felsefi, yazınsal söylemde sıkça rastladığımız bir atıftır. Bu atıfa genelde olumsuz içeriğiyle başvurulur: ”İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, insanoğlu nankördür, insan doğası bencil ve kötüdür.” Bu bir söylem mekaniği gibidir. Peki, söylem, kurucu bir öge midir yoksa katalizör bir etmen midir? Tartışmaya açıktır. Ama üzerinde mutabakata varacağımız bir şey var ise o da söylemin insan,doğa ve yaşam algımızı belirleyen bir güç olduğudur. Bu bağlamda insan doğasının bencil ve kötü olduğu fikrine farklı bir pencereden bakmayı deneyelim.
İnsan doğasının bencil ve kötü olduğu görüşü yalnızca kendinde bir görüş değil kendisi için de bir görüştür. Bu görüş ekonomik, tarihsel, siyasal, toplumsal algılayışı yönlendirir. İnsanın kendini ve çevresini algılayışını belirler. Bütün insanların bencil ve kötü bir doğaya sahip olduğu düşüncesi, var olan eşitsizliğin, adaletsizliğin, haksızlıkların, savaşların, sömürünün ya da baskının değiştirilemez ve kaçınılamaz bir kader olduğu anlayışını taşır ya da güçlendirir. Böyle bir görüş, bir yandan kendini yaşamın bu negatif karakterinden ve gerçekliğinden sıyırarak, kendi sorumluluğunu insan doğasına yükler ve bu döngünün bir parçası haline gelir diğer yandan insan eyleminin yaratıcı ve dönüştürücü gücünü yok sayar.
İnsan doğasının bencil(ve kötü) olduğu fikrini Hobbes’tan geleneksel Yahudi-Hristiyan öğretilerine( örn. :Augustinus) ve Antik Yunan felsefesine kadar götürebiliriz. Fakat okurun aşinalığı, tanınırlığı ve güçlü felsefi söylemleriyle Dostoyevski’nin görüşlerine göz atalım. Dostoyevski, Yeraltından Notlar eserinde bütün açıklığıyla insanı nankör bir yaratık olarak tasarlar, bunun yanına erdemsizliğini ve ölçüsüzlüğünü de ekler. Sonra da tarihe bakmamızı ister, tarihin içinden kan dökücü iğrençlikleri, savaşı, kötülükleri bulur. Son tahlilde Dostoyevski kendi söylemiyle, güçlü betimlemeleriyle insan için bir insan yaratır. İnsan özü nankördür, çıkarcıdır, kötülüğe meyillidir. Uygarlıkların yapacağı bir şey yoktur. Ne yaparsak yapalım birileri çıkıp kötülüğü isteme özgürlüğünü yeniden diriltecektir. Yaşamımız kötülüğe, nankörlüğe ve çıkarcılığa yazgılıdır. İnsanı okurken belirleyen bu söylemler, insanı ve tarihi tersine çevirir. Dostoyevski’ye göre insan özü, varlığını belirler. Aslında Hristiyanlığın ilk günah ve insanın kötülüğe eğilimi düşüncesini edebi/felsefi bir dille tekrarlamış olur. Özü değişmez ve değiştirilemez olan bu insan yaratımı, yaşamı bir kurgu haline getirir. İnsana da bütün kötülüklere, haksızlıklara, eşitsizliklere kölece bir boyun eğiş ve etkisiz bir nesne olmak düşer.
Dostoyevski’den farklı olarak Sartre, ‘’varlık özden önce gelir’’ demektedir.* İnsan kendini kendi yapar, belirlenimlerinde kendine elverdiği ölçüde kendini inşa eder, oluşturur. Bir bezelye kendi özüyle(genleriyle) birlikte varlık halini alır. Veya bir makine önce makine olarak tasarlanır(özü) ve sonra varlık halini alır. Fakat insan önce varlık olarak dünyaya gelir, sonra kendini yapar, kendi kararlarının ve tercihlerinin bir bütününden oluşur. Bu görüşün insan öznelliğinin ‘’özgür’’ oluşumuna yaptığı vurgu tartışmalıdır.
Sorunsalımıza geri dönersek, insan doğasının bencil ve kötü olduğu veya Hobbes’un ifade ettiği şekliyle ‘’homo homini lupus’’(insan insanın kurdudur) düşüncesi, düşünce olmaktan çok bir eylem şeklidir. Kendimizi ve çevremizi nasıl algılıyorsak öyle yaşamaya ve davranmaya başlarız. Tüm bunlardan yola çıkarak insan doğasının iyi ve güzel olduğu gibi tersten bir özcü yaklaşımı savunduğumuz sonucu çıkmamalıdır.
Özcü yaklaşımlar, insanı tanımlarken verili insanı ele alırlar, bu verili insan tarihin en karamsar sayfalarının mirasçısı kabul edilir. Oysa insan, andaki insan değildir. İnsan, tarihsel insandır yani tarihin içinde yaşayan, değişen ve değiştiren insandır. Yüzbinlerce yıllık insanlık tarihinin son 5 bin yılındaki sınıflı toplumların, sömürü ve savaşların, insanlık tarihinin küçük bir zaman dilimine denk düşeceği görülecektir. Bu yanıyla özcü fikirlerin kendi yaşam süreçlerinin, Marx’ın ifade ettiği biçimiyle kendi varlıklarının kurbanı olan bilinçler olduğunu söyleyebiliriz.(Marx’a göre ‘’..bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey değildir ve insanların varlığı onların yaşam süreçleridir.’’)**
İnsan, bir insan doğasının kaçınılmaz sonucu ve ürünü değildir. Böyle bir insan doğası tasviri, insanı kendi söyleminin tutsağı haline getirir. Bizler yaşayan, değişen ve değiştiren varlıklarız. Savaşı ve barışı ya da kötülüğü ve iyiliği kendi eylemlerimiz ile yaratırız. Ancak verili toplumsal düzenin bütün eşitsizlikçi, saldırgan, sömürücü yanlarıyla devam etmesini isteyenler için insan kötüdür. Böyle bir insan onlar için ölmeyi, sömürülmeyi, baskı altına alınmayı hak eder. Kapitalist toplumun ve onu ayakta tutan bütün siyasal rejimlerin adaletsiz, statü ve güç ilişkilerine dayanan, insanı kendinden ve kendi yeteneklerinden alıkoyan doğası kötüdür ve bencildir. Böyle bir toplumun iyi insanları ve iyiliği yaratmasını beklemek çocuk ruhlu bir aldanmaca olabilir ancak. Evet, böyle bir düzen kötü ve bencil insanlar üretmek için vardır. Fakat bu kadar kötülüğün oluşumundan yalnızca düzen sorumlu değildir, düzeni ve kendini sorgulamayan, eleştirerek yeniyi kurmayan aksine düzeni sessizliği ve hareketsizliğiyle destekleyen ve onun bütün ‘’nimet’’lerinden yararlanarak ‘’meşru ve kabul edilebilir’’ kılan biz insanlar da sorumluyuz.
*Sartre-Varoluşçuluk ve Hümanizm
**K.Marx,F.Engels-Alman İdeolojisi