Okurlardan

Edebiyatın Gücü ve Otoritenin Çaresizliği: Sansür

Written by RizomDergi

Yazar: Özden Çağrı Özçelik

Fransızca bir ifade olan sansür, Türk Dil Kurumu tarafından “her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim” olarak tanımlanmıştır. Formel bir tanım olarak bu ifadeleri olduğu gibi benimsemek hiç de mümkün değil çünkü sansür, hükümetlerin kendi çıkarlarına olsa da aydınlanmacı bir anlayışın tam karşısında duran uygulamaları kapsar. Sanat tarihiyle yaşıt olan bu uygulamalar, iktidarların özellikle muhalif sanata karşı kullandığı en güçlü silah olarak kabul edilegelmiştir ama aslında bu uygulamaların geri planda çoğu kez muhalif sanatı ve sanatçıyı köreltmek yerine üretime ittiği söylenebilir.

Günümüzde demokratik olarak tanımlanan, ifade özgürlüğü noktasında örnek gösterilen birçok ülkede de sansürün muhalif sanata ve sanatçıya karşı kullanıldığı artık tüm otoriteler tarafından kabul görmekte ve tüm sanat tarihinde olduğu gibi bugün de uluslararası bir problem olarak aydınları meşgul etmektedir. Öyle ki: Index on Cencorship ( Sansür Dizini ) adlı derginin İngiltere’de yayımlanan 1972 tarihli ilk sayısında İngiliz şair Stephen Spender: “Sansür sorunu, ateşli bir tartışma konusu durumuna geldi; üstelik yalnızca totaliter toplumları ilgilendiren bir tartışma konusu değil.” diyordu. O günden bu yana dünyanın her köşesinde gittikçe artan sayıda yazar yasaklandı, sürüldü, hapse atıldı ve işkence gördü. Hatta Index on Cencorship, bu uygulamalara maruz kalan sanatçıların, aydınların sözcülüğünü üstlendi. Buna rağmen bu çalışmaların yapıldığı İngiltere’de de hem tarih boyunca hem de günümüzde sansür uygulamalarının hep ön planda olduğu söylenebilir. Shakespeare’in kraliyet baskısından dolayı takma adlar kullanmak zorunda olduğunu, oyunlarının defalarca yasaklandığını herkes bilir neredeyse. Kısaca, sansürün iktidarların çıkarlarıyla örtüşen bir uygulama olduğunun tartışmaya açık olmadığı gerçeği, derinlemesine incelendiğinde iktidarların bu uygulamaları kendi aleyhlerine çarpıcı gerçeklerin üstünü kapatmada, toplumu kutuplaştırmada ve kendi ideolojileri doğrultusunda bir sanat anlayışı yaratmada kullandığı söylenebilir.

Tüm sanat dallarında özellikle de edebiyatta sansürün etkisi binlerce yıldır ağır bir şekilde hissediliyor. Bu durumu; öldürülen, sürülen, yazdıkları dolayısıyla yargılanan sanatçılardan, aydınlardan anlamak hiç de zor değil. Bu yazıda sansürün yıkıcı etkilerinin küçük bir dökümünü çıkarmak ve iktidarların sanata bakış açısını irdelemek istiyorum.

Sansürün etkisi, önemli bir sanat ve felsefe noktası olan Antik Yunan’da da hissedilmiş ve bu dönemde dikkat çekici sansür uygulamaları karşımıza çıkmıştır. Bu alanda en çarpıcı örnek hepimizin yakından tanıdığı bir isim Aristophanes’in yaşadıklarıdır. Komedya türünün babası olarak da bilinen, MÖ 446-386 yılları arasında yaşamış ve “Kuşlar, Barış, Eşek Arıları” vb. önemli eserleri yazan sanatçı, Babylonioni (Babilliler) adlı oyununda Atina’nın iç ve dış politikasını eleştirdiği, yöneticileri küçük duruma düşürdüğü için kovuşturmaya uğramıştır. Bunun sonucunda da tanrıtanımaz ve gençliğin ahlakını bozan biri olduğu gerekçesiyle öldürülmüştür. Öldürülmesi onu sansürden kurtaramamış Lysistrata adlı oyunu ABD’de 1930’a kadar yasaklı kalmıştır.

Antik Yunan’daki sansür uygulamaları Orta Çağ dönemi için de örnek teşkil etmiş hatta bu dönemde kilise hegemonyası, sansürü aydınlanmaya karşı en çok kullanılan silah haline getirmiştir. Skolastik düşünce ile kütüphaneler dolusu eserler, şehir meydanlarında yakılmış; birçok yazar, sürgün ya da idam edilmiştir. Dönemin sansür uygulamalarından tanıdık bir isim olan Dante de nasibini almıştır. De Monarchia (Monarşi Üzerine) adlı eseri 1318’de Fransa’da halkın önünde yakılmış, 1581’de Lizbon’da İlahi Komedya kilise tarafından yasaklanmıştır.

Dünya edebiyatında hikaye türünün kurucusu kabul edilen Giovanni Boccacio da sansür uygulamalarından etkilenmiştir. 1497’de Floransa’da tüm eserleri yakılan yazarın Dünya edebiyatının ilk hikaye örneği kabul edilen Decameron adlı eseri 1559’da Papalığın yasaklı kitaplar listesine alınmıştır. Yine aynı eseri ABD’de satan bir kitapçıya Cincinnatti Mahkemesi 1000 dolarlık para cezası vermiştir.

Günümüzde en çok okunan edebi tür olan romanın atası Don Kişot da din adamlarının sansürüne uğramış; eser, 1624’te Lizbon’da, 1640’ta ise Madrit’te yasaklanmıştır.

Aynı yüzyılda Anadolu coğrafyasında da durum çok farklı değildir. Erzurumlu Nef’î Sihâm-ı Kazâ adlı eseri ve dönemin yöneticileri hakkında yazdığı “köpek” redifli kasidesi dolayısıyla 4. Murat döneminde boğdurulmuştur.

İnsanlığın ve sanatın umudu olarak görülen Aydınlanma Çağı ve sonrası da maalesef ifade özgürlüğü noktasında hayal kırıklığı yaratmış ve beklenen özgürlük ortamı yine tam anlamıyla oluşmamıştır.

Sanatın Avrupa’da altın çağını yaşadığı 17, 18 ve 19. Yüzyıllarda da ağır sansür uygulamaları boy göstermiştir. La Fontaine bu uygulamalara maruz kalan yazarlardan biri olmuştur. Özellikle fabl türü eserleriyle bilenen yazarın 1675’te Paris’te politik yergi sayılan eserleri toplatıldı, bu eserler Roma’da Papalığın yasaklı eserler listesine alındı. (1703)

Alman romantik yazar Goethe, Genç Werther’in Acıları  adlı romanıyla Avrupa’da intihar furyasına sebep olduğu için yargılanmış ve bir süre tutuklu kalmıştır. Yine bu yazarın aynı romanı 1776’da Danimarka’da yasaklanmıştır.

Fransız Devrimi sonrası aydınlanmacı eserler üreten Victor Hugo da hem kilise hem de iktidar tarafından sansüre uğramıştır. Hernani adlı eserindeki bazı ifadelerin değiştirilmesi Kral X. Charles tarafından emredilmiş; Notre-Dame’ın Kamburu ve Sefiller 1834’te Papalığın yasaklı kitapları listesine girmiştir. Yazarın 1850’de Rusya’da tüm eserleri yasaklanmıştır. Aynı yüzyılda Balzac ve Flaubert de toplum ahlakını bozdukları gerekçesiyle sansür gerçeğiyle karşı karşıya kalmışlardır.

Stendhal ise ölümünden sonra bile sansüre uğrayan yazarlardan… 1939’da yazarın tüm eserleri Franco tarafından İspanya kütüphanelerinden kaldırtılmıştır.

Emile Zola ise 20. Yüzyılda bile yasaklı yazarlar listesinde yerini almıştır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde de sansür uygulamaları özellikle Stalin döneminde oldukça şiddetli bir şekilde kendini göstermiştir. Parti anlayışına uygun, hâkim ideolojiye hizmet eden bir edebiyat yaratılmak istenmiş ve bu yolda devlet kademelerine bağlı çeşitli yapılanmalar da kurulmuştur. Bu yapılanmaların başında bulunan ve Stalin’in sansür komiseri olarak bilenen Jdanov’un uygulamaları da oldukça dikkat çekicidir. Bu dönemde sansüre uğrayan birçok sanatçı, bu uygulamalar sonucunda ya yeraltı edebiyatına yönelmiş ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır çünkü parti, tüm görece özgürleşmeye ve özerkleşmeye karşın sanatın üstündeki denetleyiciliğini hep korumuştur. Bu denetlemeler sonucunda ifade özgürlükleri kısıtlanmıştır. Örneğin Şolohov’un Don Kıyısında Hasat adlı romanı, içindeki eleştirel ögeler yüzünden yeniden gözden geçirilmesi gerekçesiyle basılmamıştır. Jdanov, sadece edebiyatta değil birçok sanat alanında da sansür uygulamalarını artırmış hatta dönemin önde gelen bestecileri arasında sayılan Şostakoviç, Haçaturyan, Kabalevski gibi müzisyenleri azarlayan, bütünüyle tutucu, gerici ilkeleri savunan yazılar yazmıştır.

Dünya edebiyatında hal böyleyken Türk edebiyatında durumlar nasıldı?

Osmanlı’nın son yıllarında II. Abdülhamid’in sansür uygulamalarını bilmeyen neredeyse yoktur sanırım. Türk edebiyatının belki de en ağır sansür uygulamaları bu dönemde yapılmıştır. Sansürün en çarpıcı noktası bence gazete ve dergilerin başına “siyasetten maada (başka) her şey…” yazdırılmasıdır. Oysa bu slogan işin başlangıcıydı sadece. Öyle ki geniş bir sansür ekibi bulunan padişah, eserlerde kullanılan sözcüklere dahi müdahale etmiştir. Örneğin yazarların “burun” sözcüğünü kullanması bile yasaktı çünkü iddiaya göre padişahın burnu büyüktü. İşte sansürün anlamını soran herkese anlatılması gereken bir anekdot… Bunun dışında da padişahın yasakladığı birçok sözcük vardır. İşte bunlardan birkaçı: grev, suikast, ihtilal, anarşi, dinamo, dinamit, infilak, kargaşalık, hal (hükümdarın tahttan indirilmesi), kıtal (vuruşma), kanunu esasi, hürriyet, vatan, müsavat (eşitlik), yıldız (Yıldız Sarayı), veliaht, cumhuriyet, mebuslar, ayan azası, bomba, inkılâp, tahtakurusu (“tahtı kurusun” çağrışımından ötürü), hasta (hasta adam)…

Dönemin aydınları Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler padişahın baskısında o kadar çok bunalmıştı ki bu kasvetli havadan, Sis’in ardından çıkıp Yeni Zelanda’ya kadar kaçmayı düşünmüşlerdir.

Ancak ne çare…

Bu bahsettiğimiz uygulamalar II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de çehre değiştirmemiştir. Refik Halid, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmed Arif,  Attila İlhan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Halikarnas Balıkçısı, Can Yücel, Aziz Nesin ve daha niceleri…

Tüm bu tespitlerden yola çıkarak sansürün, toplumu istediği yönde evirmek isteyen iktidarlara ve ruhban sınıfına hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Toplumu aydınlatacak iğne ucu kadar ışığı söndürmeyi kendine şiar edinmiş bu yapıların elindeki en büyük koz olarak görülen sansürler, aydınlanmacı sanatçıların boy gösterdiği coğrafyalarda, bir engel teşkil etmekten çok sanatsal üretileri çoğaltan ve bilinçlenen toplumları örgütlenmeye yönelten olgular da olmuştur. Ayrıca sansürlerin bence en önemli rolü, iktidarların kolektif bilinçaltının dışavurumu olarak toplumun, iktidarları doğru yorumlamasında bir araç olarak rol oynamasıdır çünkü bir iktidar neyin anlatılmasından memnun değilse o noktada kendi içinde eksikliklere sahiptir ya da yasaklanan anlatının onların çıkarlarıyla ters düştüğü kanısındadır. Bu yönüyle sansür, her ne kadar yıkıcı etkilere sahip olsa da optimist bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde aydınlanmacı sanatçıların önemsendiği toplumlarda, halkı toplumsal bilinçlenmeye iten uygulamalar olmuş ve bu konularda işlevsel rol oynamıştır. Yani aydınlanmacı sanatın önüne geçememiştir.

Pekiyi tüm bunlara rağmen yazmayı, topluma doğru olanı anlatmayı, yazdıklarımızla toplumun umutlarını yeşertmeyi bir kenara mı bırakmalıyız?

Tabi ki hayır!

Yukarıda da anlattığım gibi tarih boyunca hiçbir iktidar -kendini ne kadar demokratik sayarsa saysın- toplumlara tam anlamıyla ifade özgürlüğü tanımamıştır. Buna rağmen ifade özgürlüğü alanları büyük mücadeleler sonucunda kazanılmış ve genişletilmiştir. İktidar yandaşları, iktidarlar için methiyeler düzen sanatçılar desteklenmiş ancak bunlar bile hâkim otoriteye ters düşen en ufak bir eylemde tabiri caizse aforoz edilmişlerdir. Sonuç olarak iktidarların tümü kendinden olmayan sanatsal yönelimleri yok saymış ve bunların önünde durabilmek için tüm yöntemleri denemekten geri kalmamıştır. Bu yönüyle aydınlanmacı sanatçıların toplumu bilinçlendirme ve özgürleştirme yolundaki mücadelesi geçmişten aldığı birikim ve kazanımlarla bugün de sürüyor, yarın da sürecek. Adnan Yücel’in de dediği gibi:

Bitmedi daha sürüyor o kavga

Ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Ve yazımızın sonuna da aydınların ve toplumların ortak mücadelesinin zafere ulaştığı gün okunacak bir Cemal Süreya reçetesi bırakalım:

Özgürlüğün geldiği gün

O gün ölmek yasak!

 

 Kaynakça:

Oktay, Ahmet, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları,  Everest Yayınları,2003.

Özkırımlı, Atilla, Yazarları da Vururlar, Cem Yayınevi,1987.

Süreya, Cemal, Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yayınları,2008.

Uygur, Erdoğan , Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi,2005.

Yücel,Adnan, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, Yurt Kitap Yayın,2014.

 

 

 

 

 

 

Yazar Hakkında

RizomDergi