Pandemiyi başından beri yakından takip eden, büyük bir titizlikle inceleyen, tespitleriyle dikkat çeken, 10 yıldır serbest eczacılık yapan, Hatay Eczacı Odası Samandağ ilçe temsilciliği yapmış ve 6 yıl ilçe Hıfzıssıhha Kurulu’nda görev almış bir sağlık emekçisi Erkan Düzce ile Covid-19 salgınına dair merak edilenleri konuştuk.
1)Dünyada ve Türkiye’de salgını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden bu kadar büyük bir boyuta ulaştı ? Salgının ilk döneminde neler yaşandı?
Dilerseniz sohbetimize pandeminin başlangıç noktasını değerlendirerek başlayalım. Kasım 2019’da Çin’in Wuhan kentini sarsmaya başlayan virüs, sürecin başında ne yazık ki dünya çapında yeterince ilgi görmedi. Her sene duyduğumuz ve popüler hale gelen hayvan isimlerinden türetilen bir virüs sanıldı. Açıkçası Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ) de durumu pek ciddiye almadı. Çin 29 Aralık’ta salgının ciddiyetini ve vardığı boyutu DSÖ’ye bildirdikten sonra dünya çapında bir alarm söz konusu oldu. O tarihe kadar virüs, Çin’den dünyanın dört bir yanına dağılmıştı zaten. Çin, maske zorunluluğu, mobilizasyonu engelleyen önlemleri ve sıkı bir karantina uygulaması ile çok kısa bir zamanda salgını kontrol altına almayı başardı. Kuzey Kore ve Vietnam gibi kamucu kontrol rejimlerinin olduğu ülkelerde ise yoğun filyasyon çalışmaları yani vaka taramaları ile salgın yayılmadan kontrol altına alınmış oldu. Vietnam’ın salgın başarısı DSÖ tarafından takdir edildi. Neredeyse 100 milyon nüfusu olan ülke 1000 vaka sayısı ve 48 ölüm ile başarı öyküsü yarattı.
Asya ülkelerinde Güney Kore ve Japonya ise yoğun test ve saha çalışmaları ile başarı sağladı. Çin’den kısa bir süre sonra onlar da salgını kontrol altına almayı başardılar. Asya ülkeleri salgınla bu şekilde mücadele ederken ve diğer ülkeleri uyarırken kapitalist dünya devleri durum ile dalga geçen gayri ciddi yorumlar yaptılar. Liderleri salgın değil Çin virüsü diyordu. Hiçbir tedbir almadan normal rutinde günlük politikalarını sürdürdüler. Bu ciddiyetsiz durum ne yazık ki çok kısa bir süre zarfında Avrupa ve Amerika kıtalarını pandeminin esareti altına sürükledi. Devletlerin ekonomik ilişkilerini halk sağlığından daha üstün tutması ve yöneticilerin lakayt açıklamaları ile pandemi ciddi bir boyut kazandı. Dünyanın örnek sağlık sistemine sahip ülkeleri İtalya ve İspanya’da kitlesel ölümler yaşandı. Bunun nedeni, enfeksiyon yoğunluğunun belirli bir bölgeyi etkisi altına almasıyla hastaneye artan başvuruların sonucunda sağlık hizmeti sunumunun felce uğraması ve salgının sağlık sistemini tamamen işlevsiz hale getirmesiydi. Ne kadar iyi bir sağlık sisteminiz olursa olsun pandemilerde esas olan sağlık kuruluşlarına binen yükü uzun süreye yayabilmektir. Aksi halde sağlık sistemlerinin felç olması kaçınılmazdır. Avrupa ülkelerinin yaşadığı sıkıntılarının benzer örneğini Brezilya ve Peru’da da yaşadık. Diğer bir taraftan salgının ortasında Avrupa Birliği ülkelerinin panikle davrandıklarını gördük. Bu panik öyle bir hal aldı ki birbirlerinin satın aldığı sağlık malzemelerine el koyma gibi savaş hallerinde bile başvurulmayan yöntemlere başvurdular. Bu devletler sınıfta kaldılar diyebiliriz.
Gelelim Türkiye’ye. Ülkelerin büyük bölümü pandemi ile boğuşurken ülkemizde salgının henüz başlamamış olması bir şanstı aslında. Alınacak erken tedbirler ile salgının ülke çapına yayılması engellenebilirdi. Yanlış politika ile birlikte son güne kadar rehavet içinde süreç geçirildi. İlk vakanın görülmesi ile birlikte yapılması gereken yoğun test, filyasyon çalışmaları ve bölgesel karantinaydı. Bunu uygulamak yerine kolaya kaçıp salgını gizlemeyi tercih ettiler. Yurt dışından gelen umrecileri evlerine göndererek salgının ülkenin dört bir yanına dağılmasına sebep oldular. Salgının ilk dönemlerinde sokağa çıkma yasaklarını başlatmayıp hafta sonu sokağa çıkma yasağı gibi son derece yetersiz bir karar aldılar. Ekonomik olarak sokağa çıkma yasağının altından kalkamayacak olmalarından ötürü böyle bir yol izlediler aslında. Ancak yapılan bu yanlış daha büyük bir ekonomik yıkıma sebep oldu. Tüm eleştirilere kulak tıkayıp bildiklerini okumayı tercih ettiler. Salgını sahada değil ama algılarda yönettiler. Hatta bazı muhalif dostlar da bu algıdan nasibini alıp, salgını iyi yönetiyor dahi diyebildiler. Halbuki yönetim tam bir fiyasko idi. Zaten süreç de ilk günden beri salgın politikasını eleştiren bizleri haklı çıkardı.
2)Dünyada ve Türkiye’deki veriler gerçeği yansıtıyor mu?
Açıkçası dünyadaki verilerin bazılarına güvenemiyoruz. Birçok devlet ticari, ekonomik, turistik kaygılar ile hareket etti. Rakamlar ile oynadı. Yaz döneminde devletlerin turizmi düşünerek vaka sayılarını 300-400 seviyesine çektiğini gördük. Ne hikmetse yaz bitimine doğru rakamlar 30.000’leri buldu. Pandemilerde bu kadar hızlı yükselişler elbette olabilir. Çünkü değerler logaritmik artar. Ancak bir haftada 100’den 10000’e çıkması pek olası değildir.
Ülkemize gelince geçen hafta zaten Tabibler Birliği’nin açıklamaları bu yönde olduktan sonra bir vekilin laboratuvar verilerini açıklamasıyla gerçekler gün yüzüne çıktı. 10 Eylül verilerinde bakanlık 1500 vaka açıklamış iken gerçek sayılar 30000 seviyesinde imiş. Evet bizler veri gizlendiğini düşünüyorduk. Açıkçası bu kadarını sakladıklarını tahmin edemezdik. Bilim Kurulu üyesi Prof.Dr. Alpay Azap Ankara’da bir ilçenin sürü bağışıklığı kazandığını deklare etti hatta. Bir ilçeden bahsediyoruz. Başkentte hem de. Yani nüfusunun yüzde 65’i Corona’ya yakalandı demek oluyor bu. Sağlık Bakanı iki gün önce yaptığı açıklamada verdikleri rakamların aslında vaka sayısı değil hasta sayısı olduğunu söyledi. Peki, günlük olarak testi pozitif çıkan hasta sayımız nedir? Bizler bunu öğrenmek istiyoruz. Salgınla bilgi saklayarak mücadele edemezsiniz. İnsanları rehavete sokarak salgın kontrol altına alınamaz. Ciddiyet ve şeffaflık en gerekli argümanlardır.
3)Size göre salgının raydan çıkmasına neden olan hatalar nelerdir?
Bu soru çok önemli. Birden fazla hata ile süreci tıkanma eşiğine getirdiler. Öncelikle çok erken bir normalleşme süreci başladı. Normalleşme basamakları yanlış yapıldı. AVM, kafe, restoran detayları gibi daha sonra açılacak yerler ilk aşamada açıldı. Tabi ki nedeni ekonomikti. Turizm öncelendi. Salgın seviyesi bulaşıcılık kat sayısı “r” dediğimiz ölçüttür, değeri ne kadar 0.8’in altında tutulursa salgını kontrol etmek kolaylaşır. Bizde “r” henüz 1’in altına düşmeden gevşeme politikaları başlatıldı. Yurtdışından gelenlere 14 gün karantina uygulaması kaldırıldı. Şehirler arası seyahat yasağı kaldırıldı. Haliyle salgın İstanbul’dan tüm ülkeye gezmeye başladı. Kurban bayramında sokağa çıkma yasağı uygulanmayarak Covid’e yayılma davetiyesi çıkarıldı. Dediğimiz gibi salgını “danıştığınız kişilerin fikri ile değil de ben bilirim anlayışı ile” sürdürürseniz başarılı olma şansınız kalmaz.
4)Türkiye’de salgına karşı geliştirilen tedavi yöntemleri ve sağlık sisteminin şu andaki işleyişi hakkında görüşleriniz nelerdir?
Bu soruyu ikiye bölmek gerekir. Şöyle ki Türkiye’nin uyguladığı tedavi metotları dünyadan pek farklı değil. Genel anlamıyla kullanılan ilaçlar virüsün erken dönemde vücuda saldırıp enfeksiyon yapmasını ve virüs hastalık belirtileri vermişse hastanın zatürre olmasını engelleyen, hasta zatürre olmuşsa da immün sistemi(bağışıklık sistemi) bastırarak hastanın hayatta kalma şansını artırmaya yönelik bir tedavi yöntemidir. Çünkü bazen vücudun verdiği aşırı cevap organ yetmezliğine sebebiyet verecek düzeye gelmektedir. Türkiye’de tedavide ne yazık ki ilk günden beri manipüle edilen bir sıtma ilacı kullanıldı. Ciddi kardiyolojik yan etkileri olan bu ilacı dünyada birçok devlet kullanımdan çıkarırken ülkemiz Covid tedavisinde kullanmakta ısrar ediyor. Bunu anlayabilmiş değilim, yararı zararından çok az olan bu ilacın bilimsel çalışmalar ile işe yaramadığı da onaylandı üstelik. Her şeye rağmen salgın, hekimlerin özverili çalışmaları, sağlık emekçilerinin insan üstü iyi niyetiyle bugüne kadar kotarıldı. Hem ölüm sayımızın görece az oluşu hem de hastanelerin sağlık hizmeti vermeye devam etmesi sağlık emekçilerinin başarısıdır bence.
5)İnsanlar bir taraftan da aşının bulunmasını dört gözle bekliyorlar. Türkiye’de de bu çalışma yürütüldüğü söyleniyor. Fakat Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün de kapatıldığını biliyoruz. Hem aşı konusunda hem de bu çelişkili durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dünyada şu an faz 3 dediğimiz ruhsatlandırma öncesi durumda olan 8 aşı var. Bu aşılardan gelen haberler çok olumlu bağışık cevap oluşturmakta ve yan etkileri de az görünmekte. Umuyorum ki ki yılbaşına kadar birden çok aşı ruhsat alabilecek. Ancak burada da çekincelerim var. Bu aşı dünya çapında dağıtılır mı ? Dağıtılırsa ücreti ne olur ? Tüm kesimlere dağıtımı yapılabilir mi ? Bu soruların yanıtları herkesin merakı. Ülkemizde ise ne yazık ki hiç bir aşı çalışması faz 1 olan insan deneyleri evresini geçemedi. İlaçta yurtdışına bağımlı hale getirilen sağlık sisteminin sorgulanması gerekiyor artık. Ülkemizde 1998 yılından sonra nerdeyse tüm aşılar ithal edilmeye başlandı. Yılların birikimi ve özverisiyle aşı çalışması yapan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü 2011’de devlet politikaları paralelinde sonlandırıldı. Bu ne yazık ki ülkemizin aşıda da dışa bağımlı olması demektir. Bu konuda biraz iddialı bir savım olacak. Eğer enstitü açık olsaydı; Covid çalışmalarında aşıyı ilk bulan ülkelerden biri olabilirdik. Bu dönemde ne yazık ki Covid aşısını geçtim, şu an ülkemizde ne grip aşısı ne de zatürre aşısı bulunamıyor. Durumun vahametini göstermek adına iyi bir örnek sanırım.
6) Salgına karşı başarılı olan ülkeler ne gibi önlemler ve uygulamalar ile bu başarıyı yakaladılar?
Sonda söylemem gereken şeyi en başta söyleyeyim. Salgınlarda başarılı olmak istiyorsanız şeffaf ve ciddi davranmak zorundasınızdır. Başarılı olan ülkelerden röportajın başında da bahsetmiştik. Birçok ülke farklı stratejiler izledi, geliştirdi. Başarılı olan ülkelerde gördüğümüz öncelikli kavram yaygın test uygulaması. Vaka tespitine bağlı olarak alan çalışması ile temaslı kişilerin bulunması, konulacak yasaklardan daha kıymetlidir. Temas yöntemleri ülkeden ülkeye fark ediyor. Bazı ülkeler hasta kişinin sadece etrafındaki kişileri izole ederek hareket ederken ki bizim ülkemiz bu yolu benimsedi -kimi ülkeler ise temaslı kişilerin bulunması adına geriye dönük temas haritası çıkararak hareket etmeyi yöntem olarak kullandı. Bazı yerlerde yerleşim yerinde bir vakanın bulunması ile birlikte yerleşim birimi komple taramadan geçirildi. Güney Kore seyyar kabinler ile hızlı taramaları hayata geçirdi ve başarı elde etti. Kimi ülkeler GPS izleme yöntemi sunarak takipli kişileri deşifre ederek teması engellemeyi başardı. Küba örneği var bir de. Yoğun test yerine taşıyıcıya yönelik önleyici yöntemle salgının daha lokal kalmasını sağladılar. Böylece hastane yükü tüm ülkeye yayılmamış oldu. En başta dediğimiz gibi hiçbir şey yokmuş gibi davranarak salgınla baş edemezsiniz. Şu ana kadar salgında dünya genelinde 1 milyondan fazla insanı kaybettik. 35 milyona yakın insan virüsle enfekte oldu. Bu kadar güçlü bir düşman ile ciddiyeti bırakarak mücadele ederseniz başarılı olmanız imkansız. Günlük başarılar kazansanız da nihayetinde gayri ciddi bir hatanızla güç karşı tarafa ne yazık ki geçiyor.
7)Metropol ülkelerden sağlık sisteminin çöktüğüne dair itiraflar gelmişti. Sizce sağlık sistemindeki bu dramatik tabloyu oluşturan unsurlar nelerdir? Neoliberal politikaların etkisi ne ölçüdedir?
Yukarıda da değindiğimiz gibi ne kadar güçlü bir sağlık sisteminiz olursa olsun çok kısa sürede sağlık sistemine binen yük sağlık sisteminizi çökertir. Bu tabloyu oluşturan asıl gerçek şu: Yıllardır kapitalist ülkeler sağlık harcamalarının yüzde 80’ini hastalıkları tedavi etmeye, yüzde 15’ini ilaç araştırma geliştirmeye, yüzde 5’ini ise önleyici sağlık hizmetine yatırmıştır. Oysa biz biliyoruz ki bir hastalık ile baş etmenin en etkili yolu onun oluşumunu engellemektir. Aşılama çalışmaları, temiz su kaynakları sağlayabilme, yeterli ve dengeli beslenme imkanı sunan sistemler yaratma, savaşsız ve yaşam hakkına saygı duyulan bir düzende bu tip salgınların olma ihtimali daha düşüktür. Devletlerin birçoğu yıllardır bağıra bağıra gelen pandemi ile ilgili hiç çalışma yapmamış ne yazık ki. Acil durum yönetimi kurgulanmamış, olası bir salgında ne yapılacağını çalışmamış, hep hastalıkları tedavi etmeye yoğunlaşmış bir sermaye düzeni yaratılmış. Oysaki harcanan paraların yüzde 10 artırılması ile dünya üzerinde neredeyse tüm hastalıkları önlemek mümkün. Tabi bu tekellerin ne kadar işine gelir herkesin malumudur. Tüm sağlık otoriteleri yıllardır bir salgın bekliyordu. 2003’te Sars, 2012’de Mers, Afrika’da süregelen Ebola ve Sıtma virüsleri birer pandemi habercisiydi. Ne yazık ki devletler tedbir almamakta ısrar ettiler.
8)Hem dünya hem de ülkemiz kamuoyunda ekonomik çıkarların insan sağlığına tercih edildiği düşüncesi oldukça yaygın. Haksız da görünmüyorlar. Rakamları gizlediğini ama ulusal çıkarlar adına gizlediğini itiraf eden bakanımız var. Peki, ulusal çıkarlar ve halk sağlığının birbirinden ayrı ve farklı iki kavram gibi ele alınmasını nasıl yorumlamalıyız?
Ulusların çıkarları ile şirketlerin tekel sermayelerinin çıkarlarını bize bitmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Türkiye’nin en büyük çıkarı, insanlarımızı kaybetmeden, sağlık emekçileri daha fazla hırpalanmadan süratle bu salgından çıkmamızdır. Türkiye’nin çıkarı 3-5 zenginin oteller zincirinin çalışması ile bir tutulamaz. Gerçeklerin gün yüzüne çıkması gibi bir alışkanlığı vardır. Ne kadar saklasanız da günü geldiğinde gerçekler sizi mahkum eder. Rakamlara fazla takılmadan bir eleştiri yapmak gerek aslında. Uygulanan politikalar vaka sayısı bugün anlatılan gibi olsa da yanlıştı. Ortada bir başarı yoktu. Yönetilemeyen bir kriz, sahada yalnız bırakılan sağlık emekçileri vardı. Ya biz doğru düzgün maske dağıtmayı başaramadık. Maskeyi zorunlu kıldık, maske satmayı yasakladık. Nerden bakarsanız trajikomik bir başarısızlık öyküsü yazdık. İşin mutfağında olması gerekenleri dışarıda tutarsanız olacağı budur. Bu her iş için böyledir. Dinlemeyi fikirlere önem vermeyi öğrenmeden başarılı olmanız mümkün değildir.
9) Yeni normal veya normalleşme olarak ifade edilen süreç hakkındaki görüşleriniz neler ve son olarak okurlara bu süreçle alakalı neler söylemek istersiniz?
Görünen o ki önümüzde çok zorlu bir sonbahar, kış dönemi var. Açıkçası normalleşmeye evresine geçebilmeyi şu aşamada beklemek biraz hayalperestlik. Kasım ayından itibaren her sene yaşanan ve hesaba katılan mevsimsel grip ve nezle salgınlarının da yaşanması ile birlikte Covid salgını, etkisini daha fazla hissettirmeye başlayacaktır. Hem mevsimsel grip salgını hem de Covid salgınıyla mücadelede başarılı olmak için herkesin azami düzeyde tedbirli olması elzemdir. Belirlenen maske, mesafe ve kontrollü sosyal yaşam kurallarına uymak herkesin daha rahat bir kış dönemi geçirmesini sağlayabilir.
Sağlık Bakanlığı’nın daha şeffaf olması, belirli kuralları kararlılıkla uygulaması, bizleri bu süreçten daha az hasarla çıkaracaktır. Yönetenlerin örnek olması gerekir. Örneğin halktan tedbirli olmasını bekleyip miting ve açılışlar yaparsanız salgına karşı başarılı olma şansınız kalmaz. Herkes rehavete kapılır. DSÖ tahminlerine göre salgının bitmesine epey bir zaman var daha. Aşı bulunup başarılı bile olsa en erken Mart-Nisan aylarına kadar tedbirleri çok sıkı tutmak zorundayız. Bahsedilen eski normalleşme için çok erken daha. Uzmanların öngörüsü uzun bir süre dünya düzeninin daha birbirinden kopuk, sosyalleşmenin biraz daha az yaşandığı, yaşadığımız mikro ortamlarda daha az kişiyle muhatap olarak ve birçok alışkanlığımıza hasret kalarak yaşantımızı sürdüreceğimiz yönünde.
Bu yeni dünya düzeninde geliştirilmeye çalışılan eğitim modeli üzerinde de biraz değinmek gerek diye düşünüyorum. Zira eğitim hayatımızın olmazsa olması. Hepimizi etkileyen bir alan. Dünyada Covid ile mücadele edebilmek adına yeni eğitim modelleri geliştirilmeye çalışılıyor. Örneğin Almanya, Mayıs ayından beri Hibrit sistemi uygulamaya çalışıyor. Hem yüz yüze hem de uzaktan eğitim ile bu süreci geçirmeye çalışıyor. Hollanda okullardaki havalandırma sistemlerini virüsle mücadele edebilmek adına modernize etti. Bunun için 500 milyon Euro harcadı. Uzaktan eğitim modelleri için devletler yazılım ve altyapı çalışmalarına milyonlarca dolar para harcanıyor. Bizde ise uzaktan eğitim ile devam edeceğiz denerek açıkçası varlıklı aile çocuklarına avantaj sağlayan, anayasada bile yazan eğitim eşitliği ilkesine dahi uymayan bir model ile başlandı. Burada altyapısı olmayan internet erişimi olmayan yoksul aileler maalesef düşünülmedi. Eğitimde fırsat adaletsizliği daha da derinleştirildi. Bu kabul edilebilir değil. Okullar kapatıldı. Ama özel kurumlar kütüphane eğitimi altında serbest bir şekilde öğrenim sağlıyor. Yani parası olan için yeni bir normal düzen inşa edildi. Olmayan içinse daha da sorunlu bir eğitim modeli yaratıldı.
Önümüzdeki haftadan itibaren yüz yüze eğitime de başlanacağı duyuruldu. Okula çocuğunu göndermek istemeyen veliler için de zorunlu değil gibi bir seçenek sunulmuş. Ama derste işlenen tüm konulardan öğrenci sorumlu tutuluyor. Yani ben bu eğitim sıkıntısını aşamadım, sorumluluk alamam, siz ister yollayın ister yollamayın demektir. Tüm sorumluluğu öğretmen, idare, veli üçgeni üzerine yıkmaktır. Yapılması gereken ise profesyonel bir destek alarak okulları derslere uygun hale getirmek, ailelerin güvenle çocuklarını okula yollayabileceği denetim mekanizması oluşturmaktır.
Ne yazık ki ülkemizin en büyük yönetim metodu kaos. Her alanda kuralsız başıboş bir anlayış ile kervan yolda düzülür prensibi işletilmektedir. Açıkçası bu dönemde fazla karamsarım. Çok zor günler bizi bekliyor. Üstelik ekonomik boyutunu da eklersek normalin çok da normal olmayacağı aşikar…