Fikir Genel

Liberalizmin İdeolojik Refakatçisi: Postmodernizm

Written by RizomDergi

Postmodernizm, liberalizmi kabullendirmeye ve meşrulaştırmaya yarayan ideolojik bir söylemdir.

Liberalizmin-onun bön ve hoyrat Kuzey Amerika versiyonunun- görünüşteki zaferi, kapitalizmin dirilmesini ifade etmiyor. “Eski Avrupa” devletçiliğinin ve refah devletinin aşındırılması, kapitalizme Amerikan gençlik aşısı yapılıp ayağa kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Oysa, şimdilerde önünde parlak bir geleceği olduğu ima edilen “genç Amerika”yla köhnemiş “Eski Avrupa” söylemi, Amerika muhibbi çevrelerin gözdesi haline gelmiş durumda…

Aslında hoyrat neoliberal saldırı, artık vaktini doldurulmuş ve insanlığa kendi kendini yok etmek dışında hiçbir perspektifi sunamaz durumdaki bunak kapitalizmin çelişkilerini aşma çabasından başka bir şey değildir.

Kapitalizmin bunamışlığı [sénilité] sadece ekonomik ve sosyal yeniden üretim alanında tezahür etmiyor. O altyapının üstünde bir dizi tezahür de söz konusu. Bir kere, evrenselci burjuva düşüncesi geriliyor (ve yerini postmodernist yamacılık alıyor), ona (burjuva demokratik geleneğinin aşınmasının sonucu olan) siyasal yönetim alanındaki bozulma eşlik ediyor.

Postmodernist ideolojik söylem, bu tür gerilemelerden besleniyor. İçinde bulunduğumuz dönemin şaşkınlıklarının ürettiği kimi önyargılar da kullanılıyor, evrenselcilik ve ilerleme kavramlarına karşı güvensizlik yaratılıyor. Aslında yapılan, aydınlanma kültürünün ve burjuva tarihinin ve düzeninin eleştirisi değil. Bunak kapitalizmin daha da azdırdığı tablonun tutarlı bir eleştirisini yapmak yerine, liberal Amerikan ideolojisinin önermeleri ikame ediliyor: “Hayatını yaşamak”, “gününü gün etmek”, “uyum sağlamak”, sistemin niteliğini ve ortaya çıkardığı sorunları asla tartışma konusu yapmamak, yaşadığımız çağın genel yönelimlerini ve eğilimlerini sorgulamamak…

Geçmişin mirası olan kültürel farklılıkların yüceltilmesi ve ona eşlik eden güdük burjuva evrenselciliğinin postmodern eleştirisi, çağdaş emperyalizmin küreselleşme projesiyle tam bir uyum içindedir. Öyle bir proje ki, sadece dünya ölçeğinde bir ayrımcılık (apartheid) yaratabilir. Söz konusu proje, gerici cemaatçi Amerikan geleneği tarafından da besleniyor. Ben buna “kültürcü gerileme” diyorum. Kültürel farklılıklar sistemin efendileri tarafından manipüle ediliyor; ki bu aynı zamanda egemenlik altındaki halklar tarafından harekete geçiriliyor (sözde dinî ve etnik köktencilik gibi…). Gilbert Achcar, yerinde olarak, Huntington’ın uygarlıklar şoku dediğine, “barbarlıklar şoku” diyor.

Burjuva düşüncesine göre bile bir gerileme anlamına gelen bu tür tezahürler bütünü, siyaset pratiğinin de yozlaşmasıyla sonuçlanıyor. Oysa, demokrasi ilkesi, her zaman alternatif tercihler olasılığına gönderme yapar. Geçerli neoliberal ideolojiyse, “alternatifsizliği” vaaz ediyor. Sosyal ötesi yüksek rasyonellik ilkesinin alternatiflere yer bırakmadığı vazediliyor. Öyleyse demokrasinin gereği de yoktur. Başka türlü ifade etmek istersek, piyasanın sözde etkinliği (rasyonalitesi) ilkesi, bunak kapitalizmde bu işlevi üstleniyor. Böylesi koşullarda da demokrasi pratiğinin içi boşalıyor ve benim “düşük yoğunluklu demokrasi” dediğimin yolu açılıyor. Demokrasi denilen, seçim soytarılığına, kalabalıkların manipülasyonuna ve “gösteri toplumunun” oyuncağına dönüşüyor… Bu tür pratiklerle meşruiyetini kaybeden, lime lime dağılan siyaset, artık iç tutarlılığı olan alternatif toplum projeleri önerebilir niteliğini kaybediyor.

 

Bir egemen sınıf olarak burjuvazinin yüzü de artık değişmekte! Tüm yükselen tarihi boyunca burjuvazi, “sivil toplumun” temel belirleyicisi oldu. Elbette bu durum kapitalist girişimci ailesine mensup olanlar için göreli bir istikrar anlamına geliyordu. Rekabetin baskısıyla sınıfın eski mensupları iflas ederken, yeni yetmeler onların yerini alıyordu. Yine de burjuvazi, bir dizi değerler sistemini ve davranış kalıbını temsil ediyordu. Egemen sınıf olan burjuvazi, mensuplarının saygınlığını ve ayrıcalıklarını meşrulaştırabiliyordu. Artık bugün durum pek öyle değil. İster iş dünyasında isterse siyaset alanında olsun, mafya türü bir model eskinin yerini alıyor. Siyaset ve ekonomi alanlarının ayrımı (ki aralarında karşılıklı sızmalar olsa da tarihsel kapitalizmin bir özelliğiydi) artık ortadan kalkma yolunda. Söz konusu mafyalaşma sadece Üçüncü Dünya ve sosyalist denilen eski Doğu Bloku ülkelerinde değil, bizzat kapitalizmin kalbini oluşturan merkez kapitalizmi için de geçerli. Aksi halde, İtalya’da Berlusconi, ABD’de (Enron skandalına bulaşmış) Bush ve diğerlerinin durumu nasıl açıklanır?

Elbette bunak bir sistem demek, sessizce son günlerini geçiren bir sistem demek değildir. Tam tersine bunamışlık, şiddet artışını davet eder.

Dünya sistemi, ”post-emperyalist” denilen, ”emperyalist olmayan”  bir safhaya girmiş değil. Aksine, (karşılıksız hortumlayarak) aşırı emperyalist bir nitelik kazanıyor. Negri ve Hardt’ın ileri sürdükleri (emperyalizmsiz) bir imparatorluk, sadece triad’la (ABD, Avrupa, Japonya üçlü’sü) sınırlı ve dünyanın geri kalanını yok sayan tahlil, yazık ki, hem Batıcılık hem de günümüzün geçerli söylemiyle maluldür. Oysa, önceki ve yeni emperyalizmler arasındaki fark başka yerde saklıdır. Şöyle ki, geçmişteki emperyalizm çoğul olarak tezahür ediyordu, oysa yeni emperyalizm kolektiftir.(ABD hegemonyası altında üçlü/triad) Bu niteliğin sonucu olarak, üçlü’nün unsurları arasındaki “çatışmalar” düşük tonda tezahür ederken, üçlü’yle dünyanın geri kalanı arasındaki çatışmalar yüksek tonda cereyan ediyor. İşte Amerikan hegemonyacılığı karşısında, Avrupa projesinin sönükleşmesinin nedeni de bu durumdur. Bir önceki emperyalist aşamadaki sermaye birikimi, sanayileşmiş merkez/sanayileşmemiş çevre ikiliğine dayanıyordu. Oysa, yeni aşamadaki durum farklı. Şimdilerde belirli alanların(doğal kaynaklara ulaşma, iletişim, kitle imha silahları vb.)tekeline sahip sanayileşmiş merkezle sanayileşmiş çevre ikiliğine dayanıyor. Fakat, merkez ülkeler sanayileşmiş çevreyi sahip olduğu tekeller aracılığıyla şu ya da bu biçimde emperyalist merkezler tarafından bağımlı uydular durumuna getiriyor. Negri ve Hardt, tezlerini desteklemek için sadece politik bir emperyalizm tanımı yapılmakla yetiniyorlar: ulusal iktidarın sınırların ötesine taşması anlamında. Fakat, söz konusu taşmayla sermaye birikimi ve sermayenin yeniden üretimi gereğiyle bağ kurmaktan kaçınıyorlar. Böylesi bir emperyalizm tanımı tam bayağı üniversite, özellikle de Amerikan üniversite siyaset bilimi yaklaşımıdır ki daha baştan temel sorunları dışlıyor. İleri sürdükleri söylem tarih-dışı, bir tür “imparatorluk” tanımından öte bir şey değildir ve Roma, Osmanlı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rus İmparatorlukları İngiliz ve Fransız sömürgeciliğiyle özdeş sayılıyor. Oysa, kolonyal emperyalizmle diğerleri arasında özdeşlik aramak, her iki dönem yayılmacılığın özgünlüğünü dikkate almamaktadır.

Aslında kapitalizmin dünya ölçeğindeki yayılması, kutuplaştırıcı niteliğinden ötürü, her zaman sistemin merkezini oluşturan egemen devletlerin, egemenlik altındaki çevreye müdahalesini gerektirir. Ve bu yayılma sadece ekonomik yasaların gücüyle de gerçekleşmez. Egemen sermayenin hizmetindeki devletlerin politik( gerektiğinde de askeri) desteği gerekir. Bu anlamda söz konusu yayılma düpedüz ve her halükarda emperyalisttir. Emperyalizmin Negrigil tanımı olan ulusal iktidarın sınırların dışına taşma projesi için de aynı şey söz konusudur. Zira, iktidar sermayenin iktidarıdır. Bu anlamda, içinde bulunduğumuz dönemdeki Amerikan müdahalesi, XIX. Yüzyıldaki sömürgeci fetihlerden daha az emperyalist değildir. Washington’un Irak’taki( yarın başka bir yerdeki) hedefi, oraya Amerikan sermayesinin çıkarı için bir diktatörlük( demokrasi değil) yerleştirip, kaynaklarını yağmalamaktan başka bir şey değildir. Küreselleşmiş “liberal” ekonomik düzen, sürekli savaşı-sonu gelmeyen ve birbirini izleyen asker müdahaleleri- gerektiriyor. Bu, çevre ülkelere kendi ihtiyaçları doğrultusunda boyun eğdirmenin yegane yoludur.

Buna karşılık, yeni tarz imparatorluk( Negri ve Hardt versiyonu), safça, onu merkezinin her yerde ya da hiçbir yerde olduğu bir tür “iktidarlar ağı” olarak görmekten yana ki, bu da bir kerte olarak ulusal devletin önemini hafife almak demektir. Güya, bu dönüşümün de esas itibariyle üretici güçlerin gelişmesinin(teknolojik devrim) eseri olduğu söyleniyor. Bu, teknolojinin gücünü ona işlerlik kazandıran sosyal ilişkilerden soyutlayan, basitleştirici ve yavan bir tahlildir. Burada bir defa daha, Kuzey Amerika siyasi düşünce geleneği dahilindeki Rawls, Castells, Touraine, Rifkin ve diğerleri tarafından yayılan hakim söylemin önerileriyle karşılaşılıyor.

Eğer, tartışmanın odağında olması gereken kapitalist sistemin evriminde gerçekten “yeni” olan bir şey varsa, küreselleşme gerçeğiyle siyasi kerte(devlet) eklemlenmesinin ortaya çıkardığı asıl sorun, devletin neredeyse ortadan kalktığı kaba iddiasıyla göz ardı ediliyor. Aslında, her zaman küresel olan kapitalizmin bir önceki aşamasında da devlet “sınırsız bir güce sahip değildi”. Devletin gücü (iktidarı) dönemin küreselleşmesinin mantığı tarafından sınırlanmıştı. Wallerstein de bu anlayışla devletlere aşırı bir misyon atfetmişti. Bugün de aynı durum söz konusu. Bugünün küreselleşmesiyle(emperyalizmi)geçmişteki arasındaki fark başka yerde aranmalıdır.

Yeni emperyalizmin de besbelli bir merkezi var-ki bu merkezi üçlü oluşturuyor- bir de kendi hegemonyasını dayatan merkezlerin merkezi olan ABD var. Çevre ülkelerin( insanlığın üçte ikisi) tamamı üzerindeki kolektif hakimiyetini, kendisinin oluşturup yönettiği kurumlar aracılığıyla sürdürüyor. Bunlardan bazıları emperyalist dünya sisteminin ekonomik yönetiminden sorumlu. Bunların başında Dünya Ticaret Örgütü geliyor ve asıl işlevi sanıldığı gibi “piyasaların serbestliğini” sağlamak değil. Tam tersine, ölesiye(merkezin) tekellerinin çıkarını korumak ve bu çıkarlar doğrultusunda çevre ülkelerin üretim sistemlerini biçimlendirmek. IMF üç güçlü para(dolar,avro,yen) arasındaki ilişkilerle ilgilenmiyor, tam tersine kolektif sömürgeciliğin(üçlü’nün) para otoritesi işlevi görüyor. Dünya Bankası’na(DB) gelince, o da G7’lerin bir çeşit Propaganda Bakanlığı işlevi görüyor. Diğerleri Sistemin siyasi yönetiminden sorumlu. Bu bağlamda NATO elbette birinci sırayı işgal ediyor. Şimdilerde NATO, insanlık adına konuşmak üzere Birleşmiş Milletler’in yerini almış durumda! ABD tarafından dünyanın sistematik olarak askeri kontrol altına alınması tam da kaba emperyalist gerçeğin ifadesidir. Negri ve Hardt bu kurumların işlevini tartışmaya yanaşmıyorlar, aynı şekilde sözde “iktidarlar” ağı dediklerinin yaşananlarla bağını kurmaya da… Askeri üsler,müdahaleler,CIA’nın rolü,vb…

ABD’nin Irak’a müdahalesinin hoyratlığı, yutturulmaya çalışılan, mülayim-kapitalizm-imparatorluk söylemini gülünç duruma düşürüyor.

Aynı şekilde, teknolojik devrimin ortaya çıkardığı asıl sorunlarla sistemin sınıfsal yapısı arasındaki bağ da sözde muğlak “yığın”(multitude) kavramı lehine göz ardı ediliyor. Aslında, Negri ve Hardt’ın yığın dedikleri, bayağı sosyolojinin “gens”(peoople=halk) dediğiyle benzeşiyor. Oysa, asıl sorun başka yerde bulunuyor: Bugün bir gerçeklik olan ve henüz tamamlanmamış teknolojik devrim, bütün teknolojik devrimler gibi, sınıfları ve iş organizasyonunu şiddetle biçimsizleştiriyor. Oysa, bunların yeni kompozisyonu henüz gözle görülür biçimde kristalize olmuş, belirginleşmiş değil.

Sistem, olup biteni kabullendirmek, ABD hegemonyasını ve bir bütün olarak üçlü’nün emperyalist pratiğini meşrulaştırmak için dönemin saldırgan hedeflerine uygun ideolojik bir söylem oluşturdu. Bu, medeniyetler çatışması(chos des civilisations) söylemidir, tam da “Batı ırkçılığını” pekiştirmek ve kamuoyuna dünya ölçeğindeki bölünmüşlüğü kabullendirmek için icat edilmiştir. Bana göre, bu söylem, Negri ve Hardt havada uçuşan şiirsel “ağ toplumu”( societe de reseau) kavramından daha önemli.

Bana göre, “İmparatorluk”(l’Empire) tezinin Batı solunun bir fraksiyonu ve gençler arasında rağbet görmesinin nedeni, devlete ve ulusa sert eleştiriler yöneltmesidir. (Burjuva) devlet ve (şoven) ulusçuluk radikal solun haklı olarak eleştirip reddettiği şeylerdi. Yeni kapitalizmin bunların yok oluşunu(deperissement) başlatmış olması memnuniyet verici değil midir? Yazık ki, öyle bir şey söz konusu değil. Deniyor ki, geç kapitalizm teknolojik devrim sayesinde bir “ağ toplumu” oluşturarak, değer yasasının aşılmasının nesnel koşullarını yaratmakta ve dayatmaktadır. Öte yandan da küreselleşmenin derinleşmesi uluslara meydan okumaktadır. Oysa, bunak kapitalizm, emperyalizmin şiddetini de kullanarak her türlü özgürleştirici potansiyeli yok ediyor. Kapitalizmin özgürleştirici dönüşümlere uyum sağlayarak-istemese de –sosyalizmin doğurduğu sonuçları doğuracağı, Amerikan liberal düşüncesinin odağında yer alan bir düşüncedir. İşlevi de insanları uyutarak, sistemin dayattığı asıl sorunların anlaşılmasında ölçüyü kaçırmak ve gerekli mücadelenin önünü kesmektedir. Kitabın(Negri ve Hardt’ın İmparatorluk adlı kitabı) önerdiği “devlet karşıtı” strateji aslında kendi çıkarları doğrultusunda deregülasyon talep eden, kamu müdahalelerini sınırlandırmayı öneren talepleriyle örtüşüyor. Devleti sadece polisiyle bir devlete indirgemek(elbette hepsini değil ama bazı işlevlerini aşındırarak), devletin yok olması demeye gelmiyor. “Ulus karşıtı” söylem de ABD’yi askeri ve polisiye bir süper dünya gücü olarak kabullendirme amacı taşıyor.

Oysa, başka şeylere ihtiyaç var: politik praksise hak ettiği önemi verip ilerlemek, demokrasiyi sosyal ve demokratik(yurttaş hakları) planda geliştirmek, halklara ve uluslara küreselleşmede daha büyük hareket alanı sağlamak. Bunlar için geride kalmış formüller, artık yeni koşullarda etkinliğini yitirmiş olabilir. Neoliberalizme karşı olanlardan bazıları bunu görmüyor ve geçmiş nostaljisine kendilerini kaptırmış durumda olabilir. Fakat, asıl sorun yerli yerinde duruyor.

Samir Amin, Liberal Virüs, Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması [2004] içinde, çev. Fikret Başkaya (İstanbul: Yordam Kitap, 2016) s. 21-24.

Yazar Hakkında

RizomDergi