Bilim-Ekoloji Genel

Bilimin Bilimsellik ile İmtihanı: Genetik ve IQ Testleri-2

Written by RizomDergi

IQ ve Zeka Testleri

 Genetik bilimi söz konusu olduğunda yukarıda da değinilen diğer bir önemli başlık IQ ve Zeka testleridir. Ülkemizde son dönemde eğitim alanında zikredilen IQ ve zeka testlerinin ortaya çıkışını, gelişimini ve bugün geldiği yeri analiz edebilmek, onarılamayacak hatalardan dönülmesine yardımcı olması bakımından büyük bir öneme sahiptir. Sorbonne’daki psikoloji laboratuar yöneticisi Alfred Binet’in (1857-1911) zeka ölçümü üzerine çalışmaya karar vermesiyle IQ ve zeka testleri serüveni başlamıştır.  Binet kendi yurttaşı Broca’yı takip eder. Çalışmalarına zeka ile kafaların hacmi arasında korelasyon olduğuna dair fikrini netleştirmek için ölçümlere başlar. Okul çocukları arasında yaptığı beş araştırma ilk baştaki inancını yerle bir eder. [12]

 Çalışmalarını yönlendiren bilimsel merakı “Başka birçok bilim insanının çalışmalarıyla üzerinde iz bırakan, entelektüel üstünlüğün kafatası hacminin üstünlüğüne bağlı olduğu fikrinden yola çıktım,’’[13]diye anlatır. Binet çalışmalarına hız verir. Çeşitli okullarda öğretmenlerin en zeki ve en aptal olarak nitelediği öğrenciler üzerinde Broca’nın tavsiye ettiği ölçümleri yapar. Örneklemini 62’den 230 özneye çıkarır. Binet bu çalışmalarında farklılıkları görür. Ama bu farklılıklar önemli olmayacak derecede küçüktürler. Zihinsel değerin değerlendirmesinde önemli addedilen bazı ölçümlerde kötü öğrencilerin durumunun daha iyi olduğunu gösteren kimi veriler ortaya çıkmaktadır. Kötü öğrenciler zekileri 3mm geride bırakmaktadır. Çoğu sonuç “doğru’’ yöne işaret ediyorsa da bu yöntem bireylerin değerlendirmesinde kesinlikle yararsızdır. Binet bu ölçümlerde şunu da fark etmiştir: “Zeki bir öğrenciye ait bir kafayla, onun kadar zeki olmayan bir öğrenciye ait bir kafa arasında hacim farklılıkları bulma amacıyla kafaları ölçerken, bilinçdışı bir biçimde, iyi niyetle zeki kafaların kafatası hacimlerini artırmaya, zeki olmayanlarınkini azaltmaya yönelebileceğimden korkuyordum.[14]

 IQ’ya doğru giden serüven devam etmektedir. Binet 1904’te zeka ölçümlerine geri döndüğünde daha önce nasıl hayal kırıklığına uğradığını hatırlayıp başka ölçüm tekniklerine yönelmiştir. “Tıbbi” dediği kranyometri yaklaşımını ve Lombroso’nun anatomik damga arayışını bırakıp, ‘psikolojik’ yöntemlerde karar kılmıştır. Kamu eğitim bakanlığı Binet’ye özel uygulamaya dönük bir amacı olan araştırma gerçekleştirmesi görevini vermiştir: Normal sınıflarda, başarısızlıkları, bir tür özel eğitime ihtiyaçları olduğunu düşündürten çocukları tespit etmeye yönelik teknikler geliştirecektir. 1911’de ölmeden önce, ölçeğinin üç versiyonunu yayınlamıştır. Orijinal 1905 basımında, görevler yükselen bir zorluk sırasına göre düzenlenmiştir. 1908 versiyonunda, o zamandan beri IQ denilen şeyi ölçmekte kullanılan kriter konulmuştur. Binet, her göreve bir yaş düzeyi vermeyi kararlaştırmıştır, bu düzey normal zekalı bir çocuğun bu görevi başarıyla tamamlaması gereken en küçük yaştır. Çocuklar Binet testine en küçük yaşlar için belirlenmiş görevlerle başlamakta, artık görevleri tamamlayamayacak noktaya gelinceye kadar ilerlemektedir. Becerebildiği son görevlerle ilintili yaş, çocuğun “zihinsel yaşı” olmakta, çocuğun genel entelektüel seviyesi de bu zihinsel yaşın gerçek yaşından çıkarılmasıyla bulunmaktadır. Zeka yaşları kronolojik yaşlarının yeterince gerisinde olan çocuklar, özel eğitim programlarının hitap edeceği çocuklar olarak belirlenmekte böylece Binet’nin bakanlık için üstlendiği görev yerine getirilmiş olmaktadır. 1912’de Alman psikolog W. Stern, zeka yaşının kronolojik yaştan çıkarılması değil, ona bölünmesi gerektiğini savunmuş ve böylece zeka katsayısı, yani IQ doğmuştur.

Binet’in kendi hatalarını düzelterek ulaştığı IQ testi nasıl oldu da kalıtsalcılığın, ırkçılığın, sınıf farklarını kalıcı kılmanın aracı haline gelmiştir? Bu soruyu yanıtlamadan önce Binet’in IQ ve Zeka testlerine yaklaşımını daha net bir şekilde ortaya koyalım. Binet, IQ’yu doğuştan gelen zeka olarak yaftalamayı kabul etmemiş, onu bütün öğrencileri zihinsel değerlerine göre sıralamaya yönelik genel bir araç olarak görmeyi de reddetmiştir. Ölçeğini yalnızca eğitim bakanlığının kendisine verdiği görev gereği, sınırlı bir amaca yönelik olarak geliştirmiştir: okuldaki zayıf performansları dolayısıyla özel bir eğitime ihtiyaç duyduklarını gösteren çocukları, bugün öğrenme engelli ya da hafif geri zekalı denebilecek çocukları belirlemeye yönelik pratik bir kılavuz olarak. Binet: “Ölçeğimizin en değerli kullanımının, normal öğrencilere değil, daha düşük zeka seviyesinde olanlara uygulanması olacağı görüşündeyiz.”demiştir.

 Kötü performansın nedenleri hakkındaysa spekülasyona girmeye yanaşmamıştır. Okulda kötü performans göstermenin gerekçesi ne olursa olsun, ölçeğin amacı yardımcı olmak ve iyileştirmektir, sınırlamak için damgalamak değildir. Bazı çocuklar normal başarılar kazanmakta doğuştan aciz olabilirdi ama hepsi de özel yardımla iyileşebilirdi. Binet, çocuklar arasında doğuştan farklılıkların olduğunu kabul etmekle birlikte kalıtsalcıların iddia eddiği gibi bunun bir kader olmadığını bir sosyal politika ve eğitim pratiği meselesi olduğunu vurgalamaktadır. Binet’nin testinin temeli oldukça basittir: daha büyük yaştaki çocuklar, daha küçüklerin yapamadığı zihinsel işleri yapabilirlerdi. Böylece her yaş grubuna uygun düşen testleri bir araya getirdi; daha parlak ya da daha az yetenekli olanlara buna göre karar verilebilirdi. Çocukların zorluklarla karşı karşıya geldikleri noktalarda tedavi edici bir harekete girişilecekti. Ne var ki bu testler Binet’in ölümüyle birlikte istismar edilmiştir ve kötüye kullanılmıştır. Zeka testlerinin kötüye kullanımı, test yapma düşüncesine içkin değildir. Gould’a göre esasen, (göründüğü kadarıyla) toplumsal sınıfları ve ayrımları korumak için bu testleri kullanmak isteyenlerin sarıldığı iki yanılgıdan kaynaklanır: şeyleştirme ve kalıtsalcılıktır. [15]

“Binet’nin ölümüyle birlikte öjenik taraftarları determinist mesajlarını pekiştirmeye fırsat bulmuşlardır. Zekâ, artık kalıtım sayesinde aktarılan ve toplumsal sınıf ve ırksal kökene dayanan doğuştan gelen ve değişmez bir şey olarak düşünülmüştür. Stanford-Binet testlerini ABD’ye getiren Lewis Terman’e göre düşük zekâ, “Güneybatılı İspanyol-Yerli ve Meksikalı aileler ve zenciler arasında çok yaygın ve ortak bir şeydir. Kalın kafalılıklarının ırksal olduğu ya da en azından geldikleri aile soyunda doğuştan olduğu görülmektedir… Bu grubun çocukları özel sınıflara ayrılmalıdır… Bunlar soyutlamalara hakim değildirler, ama çoğu durumda verimli işçiler haline getirilmeleri mümkündür… Görülmedik ölçüde doğurganlıklarından ötürü öjenik açıdan ciddi bir sorun teşkil ediyorlarsa da, şu anda toplumu onların üremelerine izin vermemek gerektiğine inandırmak mümkün değildir.”[16]

 ABD eğitim camiasının teste ilişkin havası buydu. Testin bilimsel kapsamını genişletmek için yeni bir numara da yapılmıştı: Yetişkinler için de standartlar saptanıyor ve yaş ile akıl yaşı arasında bir oran getiriliyordu: “zekâ bölümü” ya da IQ.  Binet’nin testlerini Britanya’da tercüme edense bu testlerin şampiyonluğunu Amerikalı meslektaşlarından daha saplantılı biçimde yapan kişi İngiliz psikolog Sir Cyril Lodowic Burt’idi. Tahmini çalışmalara dayanarak erkeklerin kadınlardan daha zeki olduklarını iddia ediyordu. Aynı beyefendi, Hıristiyanların Yahudilerden, İngilizlerin İrlandalılardan, üst sınıftan İngilizlerin alt sınıftan İngilizlerden vs. daha zeki olduklarına dair elinde çok güçlü kanıtlar olduğunu da iddia ediyordu. Burt’un kendisi de, tesadüfe bakın ki, üst sınıfa mensup Hıristiyan bir İngiliz erkeği idi! Bu şekilde, kurbanlarının “aşağı” olmalarına dayanarak, zalimler zulmü, zengin ve güçlü olanlar ayrıcalıklarını aklarlar. 1971’de ölene dek 65 yıl  boyunca Burt, insanlığa hizmetlerinden ötürü şövalyeliği hak ederek, öjenik ve IQ testleri üzerinde çalışmayı sürdürdü. Dillere düşmüş “on  bir yıllık” eğitim sisteminin kurulmasına yardımcı oldu, bu sistem çocukları “modern orta” okullar ve gramer okulları arasında ayırıp  tecrit ediyordu. Burt bunu şöyle açıklıyordu: “Kapasite şüphesiz içeriği sınırlamalıdır. Bir litrelik bir sürahinin bir litreden fazla süt alması imkânsızdır; aynı şekilde bir çocuğun eğitimsel başarısını eğitilme kapasitesinin izin verdiğinden daha yükseğe çıkarmak da imkânsızdır.”

 Böylece toplumun sınıfsal niteliğini pekiştirmek için Binet’nin testleri tanınmayacak hale getirilmiştir. Birileri kömür çıkarmak ve su taşımak için, birileri de toplumu yönetmek için doğmuşlardı. Testler tedavi etmek için değil, tecrit etmek için kullanılıyordu. IQ testi nasıl değiştirilirse değiştirilsin, tüm testler aynı kökene sahiptir: her şeyin ona dayandırılarak hükme bağlandığı bir alameti farika olarak, önyargıya dayalı bir “zekâ”. Ne var ki bu testler sonuçları tayin eden kültürel ve toplumsal şablonların ezici ağırlığı altındadırlar. Okul başarısına bağlıdırlar ve bunun sonuçlarını yansıtırlar. Bununla birlikte, bu kaba şekliyle “zekâ”yı ölçme ya da saptamanın mümkün olduğu düşüncesi temelden yanlıştır. Her şeyden önce zekâ nedir? Nasıl ölçülebilir? Zekâ, ağırlık ya da boy gibi bir şey değildir. Burt’un iddia ettiği gibi sabit değil esnek bir şeydir. İnsan beyninin potansiyeli sınırsızdır. Bir insanın bu potansiyeli kullanmasına izin vermek toplumun görevidir.  Çevresel olgular potansiyeli büyük ölçüde sınırlandırabilir ya da onu zenginleştirebilir. Çocukları kötü toplumsal koşullarda yetiştirirsek, onların, tüm ihtiyaçları karşılanarak yetişen çocuklarla karşılaştırıldığında dezavantajlı olacakları açıktır. Toplumsal arka plan son derece önemlidir. Çevreyi değiştirirseniz çocuğu da değiştirirsiniz. Biyolojik deterministlerin aksi iddialarına rağmen zekâ değişmez ya da genetik olarak önceden belirlenmiş bir şey değildir.

 Bu konuda kapanışı Stephen Jay Gould’a bırakalım : “Yirminci yüzyıl Amerikası, her biri böyle bir denk düşmeye işaret eden üç büyük dönem yaşadı. İlki Amerikan tarihinin en üzücü ironilerinden  birini oluşturur ve İnsanın Yanlış Ölçümü’nde en uzun bölümü tutar. Amerika’yı genel olarak eşitlikçi geleneklerin ülkesi, “özgürlük içinde doğmuş, bütün insanların eşit olarak yaratıldığı varsayımına adanmış”  bir ulus olarak düşünmeyi severiz. Amerika’nın tersine, birçok Avrupa ulusunun, uzun süren monarşi, feodal düzen ve toplumsal tabakalanma tarihleriyle, toplumsal adalet ve fırsat eşitliği ideallerine o kadar da bağlı olmadıklarını düşünürüz. lQ testi Fransa’da doğduğundan, bu testlere çok yaygın olarak yüklenen, çok büyük zararlar doğuran hatalı kalıtsalcı yorumun doğal olarak Avrupa’da doğduğunu varsayarız. İronik, ama bu mantıklı varsayım tümüyle hatalıdır. Testin Fransız mucidi Alfred Binet, geliştirdiği testin kalıtsalcı bir yorumla ele alınmasından kaçınmakla kalmamış, böyle bir okumanın bu testlerin, özel yardıma ihtiyacı olan çocukları belirleme arzusundan sapmış olacağı yolunda açık (ve hararetli) bir uyarıda bulunmuştur. (Binet, zekanın doğuştan geldiğini vurgulayan bir yorumun ancak çocukların öğretilemez kişiler olarak damgalanmasına neden olacağını, bu yüzden de amaçladığının tam karşıtı bir sonuç doğuracağını savunmuş; sonraki gelişmeler bu korkusunu tümüyle ve trajik bir biçimde haklı çıkarmıştı.)

 IQ’nun kalıtsalcı yorumu Amerika’da, büyük ölçüde, bu testleri bu ülkede çeviren ve popülerleştiren üç psikologun (H. H. Goddard, L. M.Terman ve R. M. Yerkes) yaygınlaştırma çabalarıyla doğmuştur. Böyle bir sapmanın, herkese özgürlük ve adalet vaat eden ülkemizde nasıl ortaya çıktığını soruyorsak, I. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki, bu bilim insanlarının faaliyetlerinin zirvesine çıktığı yılların, yüzyılın başka hiçbir döneminde, 1950’lerin başında McCarthycilik zamanında bile emsaline rastlanmayan dar kafalı, bağnaz, son derece şovenist, yalıtımcı “yerlici”  (Kızılderili değil WASP) , “bayrak etrafında birleşelim”ci, küstah bir vatanseverliğin yılları olduğunu görürüz. Göçmenliğe sınırlamaların getirildiği,  Yahudi kotalarının yaygınlaştığı, Sacco ve Vanzetti’nin idam edildiği, Güney eyaletlerinde linçlerin zirveye çıktığı yıllardı bunlar. İlginçtir, 1930’ların liberal savruluşu sırasında, doktora mezunları büyük bunalım yıllarının ekmek kuyruklarında bekler olduğunda, yoksulluk doğuştan gelen aptallıkla açıklanamaz hale geldiğinde, 1920’lerde biyolojik belirlenimciliği inşa edenlerin çoğu, o zamanlar vardıkları sonuçları geri almışlardı.’’[17]

Öjenik ve Mongolizm

 IQ testlerinin istismar edilmesinin öjenik harekete kadar uzanabilecek bir ‘bilim’sel cinayetlere konu edilmesi yukarıdaki yaklaşımlar okundukça anlaşılır olmuştur. Öjenik kavramı nedir ve nereden gelmektedir?  Öjenik, Darwin’in kuzeni olan Francis Galton tarafından 1883’te türetilen bir sözcüktü. İnsan soyunu “ıslah etme” arzusu genellikle, belli bir grubun –bir ırkın, ulusun, toplumsal sınıfın ya da cinsiyetin– “üstünlüğü”nü kanla ya da “iyi yetiştirme”yle kanıtlamaya çalışanların ileri sürdüğü sözde bilimsel teorilere aittir. En akıldışı ve en tiksindirici ön yargılara entelektüel bir aygınlık görüntüsü vermek için, bu tip gerici saçmalıklara her zaman sahte bir “bilimsel” hava verilir. “Özgürlükler ülkesi” Amerika, “biyolojik olarak aşağı” olanların zorla kısırlaştırılmasına dönük yasaların çıkarılmasıyla öjenik hareketin zaferine tanık olmuştu. Indiana eyaleti ilk kısırlaştırma yasasını 1907’de kabul etti. [18]


Eugenic(Öjenik)ve Sağlık Fuarı,
Kansas Eyaleti Serbest Fuarı

 1935 Ocak ayına kadar ABD’de öjenik amaçlarla 20.000 civarında zorla kısırlaştırma yapıldı. Laughlin bu ağın “evsizleri, serserileri ve yoksulları” da içermesini istemişti ve en ateşli biçimde Nazi Almanya’sında kabul görmüştü. Almanya’da Erbgesundheitsrecht, 4000’i kör ve sağır olmak üzere 375.000 kişinin kısırlaştırılmasına yol açmıştı. ABD’de 30.000 kişi kendi iradeleri dışında kısırlaştırılmıştı. Klasik öjenik gözden düşerken, beyin ameliyatlarının en başta şiddet olmak üzere toplumsal sorunları hafifletebileceği fikrini savunan psikocerrahi gibi yeni çeşitlemeler ortaya çıktı. Vernon Mark ve Frank Ervin adlı iki Amerikalı psikocerrah, ABD’deki kent ayaklanmalarının zihinsel sorunlardan (delilik bademcikleri) kaynaklandığını ve belli getto önderlerinin beyin ameliyatına tâbi tutularak bu sorunun tedavi edilebileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdi. Biyolojinin bu alanındaki çalışmalar ABD Yasa Uygulama daireleri tarafından finanse edilmektedir.[19]

 Yukarıda duyduğunuz korkunç bilgiler geçmişe ait kötü birer anı maalesef ki değildir bugünün yaşayan gerçekleridir.  Bugün kısırlaştırma yasaları Amerika’da birçok eyalette mevcut iken 2000’de ABD’nin 22 eyaletinin kanun kitaplarında kısırlaştırma yasaları mevcut olduğu bilinmektedir.

 Söz konusu “zeka” olduğunda bu sınıflandırmanın manüpülatif karakterini anlamamızı sağlayan ve bilimsel dilin nelere ‘kadir’ olduğunu görebilmek açısından çok önemli bir konu üzerinde daha duracağız: ‘’Mongolizm veya Moğol zeka geriliği’’ Günlük hayatta ve halk dilinde aptallığı tarif eden mongol kavramının öyküsü oldukça çarpıcıdır. Birçoğumuzun aklına bir bit yeniğinin düşmüş olması muhtemeldir. Çünkü mongol, Moğol halkının İngilizce isimlendirilmesidir. Zeka geriliğini Moğol halkıyla bir tutacak kadar çirkinleşen ırkçı ‘bilimsel’ dili hep birlikte inceleyelim:

 “Trizomi-21’in halk arasında yaygın adı Mongolizm, Moğol zeka geriliği ya da Down sendromudur. Down sendromu olan çocuklarla hepimiz karşılaşmışızdır ve bu durumun niçin Moğol zeka geriliği olarak betimlendiğini merak edenin yalnızca ben olmadığımdan kuşkum yok. Down sendromuyla doğan çocuklar hemen tanınabilir; fakat, tanımlayıcı özellikleri arasında doğululuğu anıştıran bir şey yoktur.

 Bazıları, hiç kuşku yok ki, az miktarda, fakat gözle görülür biçimde, doğululara özgü biçimde çekik gözlüdür ve bazıları da hafifçe sarı derilidir. 1866’da hastalık belirtilerini betimlediği sırada bu önemsiz ve değişken özellikler Dr. John Langdon Haydon Down’ın onları doğulularla karşılaştırmasına yol açtı. Fakat Down’ın adlandırma öyküsü böyle ara sıra görülen, birkaç yanıltıcı ve yüzeysel benzerlikle bitmiyor; çünkü, içinde bilimsel ırkçılık tarihinin ilginç bir öyküsünü barındırıyor.

 Bu terimi kullanan az sayıdaki kişi, Moğol ve geri zekalılık sözcüklerinin Dr. Down için teknik anlamlar taşıdığının ayırdındadır. Bunun kökü, hala yok olmamış, egemen kültürel ön yargılarında yatıyordu. Bunlara göre insanlar bir merdivenin basamaklarında aşağıdan yukarıya doğru -sınıflandırmayı yapan kişinin kendi topluluğu en üstte olmak üzere- yükselen konumlara ayrılıyorlardı. Geri zekalı tanımı, bir zamanlar, üç katmanlı akıl yetersizliği sınıflandırmasının en alt basamağının adıydı. Geri zekalılar, hiçbir zaman konuşmayı tam anlamıyla beceremezlerdi; bir üst basamaktaki eblehler (alıklar) konuşmayı becerir, yazı yazamazlardı. Üçüncü basamaktaki, hafif “geri zekalı”lar tanımı büyük bir terimsel tartışmaya neden oldu. Amerika’ da klinik uzmanları H. H. Goddard’ın terimini -Yunanca’da aptal anlamına gelen “moron” sözcüğünü- benimsediler.

 IQ (zeka) testlerinin katı kalıtımsal yorumunun üç baş mimarından biri olan Goddard, bu basamak basamak yükselen zeka sınıflandırmasının kapsamının kolaylıkla moron düzeyinden yukarıya, insan ırklarının ve ulusların doğal sınıflandırmasına genişletilebilineceğini; bu durumda, Güney ve Doğu Avrupalı göçmenlerin tabanda (yine de ortalama olarak moron düzeyinde), eski Amerika WASP’ının [beyaz Anglo Sakson Protestan Amerikalılar] en üstte yer alabileceğine inanıyordu. (Ellis Island’a gelişlerinde göçmenlere IQ testi uygulanmasını kabul ettirdikten sonra Goddard, bunların yüzde sekseninin geri zekalı olduğunu ilan etti ve Avrupa’ya dönmelerini kuvvetle tavsiye etti.)

 Dr. Down, “Gerizekalılann köken bakımından sınıflandırılmalarına ilişkin gözlemler”ini 1866 yılı London Hospital Reports’da yayımladığı sırada Surrey’deki Earlswood Akıl Hastaları Hastanesi’nin başhekimiydi. Kafkas ırkının “geri zeka”lannı -kendisine Afrikalıları, Malayalıları, Amerikan Kızılderililerini ve Doğu halklarını anımsatanlarını- üç sayfacık içinde betimlemeyi becermişti. Bu düş ürünü benzetmelerden yalnızca, “Mongoloid tip başlığı altında toplanan geri zekalılar” teknik bir terim olarak tıp yazınında varlığını sürdürdü.

 Down betimlemesini Doğulu insanlarla “Moğol geri zekalılar” arasındaki sözde anatomik benzerliklerle sınırlamadı. Aynı zamanda, bu durumdaki çocukların davranış özellikleri üzerinde de durdu: “Büyük taklit gücüne sahiptirler; nerdeyse insanı kandıracak denli taklitçidirler.” Bu satırların ardında gizli anlamı yakalamak için on dokuzuncu yüzyıl ırkçılığının yazınıyla tanışık olmak gerekir. Doğu kültürünün ince işlenmişliği ve karmaşıklığı; özellikle de, Çin toplumunda en yüksek inceliklerin Avrupa kültürünün hala barbarlık içinde debelendiği sırada ortaya çıkmış olması, Kafkasya ırkçılarına utanç veriyordu. (Yahudi düşmanı bir sataşmaya yanıt verirken Benjamin Disraeli’nin dediği  gibi: “Evet, ben bir Museviyim ve soylu beyefendilerin ataları yontulmamış yabanıllarken benimkiler Hazreti Süleyman’ın tapınağında rahiptiler.”) Kafkas ırkından olanlar bu açmazı, Doğulularda düşünme gücü olduğunu itiraf ederek çözdüler; fakat, bu gücü buluşçu dehaya değil de, taklitçi kopyalama donanımına bağladılar. Fakat bilimsel adlar yazınsal anıtlar değildir. Moğol geri zekalılığı yalnızca karalayıcı olmakla kalmıyor. Nereden bakılırsa bakılsın yanlış. Artık zeka yetersizliklerini merdiven basamaklarını çıkar gibi sınıflandırmıyoruz. Down sendromu olan çocuklar doğulu insanları, değil öyle uzun uzadıya, en küçük ölçüde bile andırmazlar. Ve en önemlisi, bu ad artık yalnızca Down’ın geri zekalılık nedeni olarak gösterdiği, saygınlığını yitirmiş, ırksal geri dönüş kuramı bağlamında bir anlam taşımaktadır. Eğer bu iyi hekimi onurlandırmamız gerekiyorsa, bırakalım adı trizomi-21 karşılığında Down sendromu olarak kalsın.’’[20]

 Gould’a yapılacak bir ekleme de hem IQ testleri (Amerika’nın sosyo-ekonomik) hem de Down Sendromu örneğinde görüleceği gibi bilimsel ‘ırkçılık’a sosyal süreçlerin ve yapıların eşlik etmesi konusundadır. Bilimsel ırkçılığın arkasındaki ideolojik dürtüyü anlamak için dergimizin bu sayısında yer alan Samir Amin, Avrupa Merkezcilik ve Biz Nerdeyiz? yazısını okumanızı öneririz. 

Sonuç

 Bilime yaklaşımda iki hatalı bakış açısı öne çıkmaktadır. Biri hurafelerin bilimin yerine ikame edilmesidir. Bu yaklaşım kalabalıkların aklına kılavuzluk yapacak din tüccarlarının düzenidir ve   “Kendi aklını kullanmaya cesaret et!’’ fikrinden geriye gitmektir. Diğer bir hatalı yaklaşım ise bilimin piyasa düzeniyle, sosyal yapılarla ilişkisinin ve sosyal sistem içindeki ideolojik işlevinin göz ardı edilmesidir. Bilim adına ortaya çıkan her şeyin sorgusuz kabulüdür, hatta bir dinsel mit haline getirilmesidir. Bu durum toplumun bilimsel bilgi yolu ile eşitsizliğe ve adaletsizliğe rıza göstermesinin “modern’’ biçim altında sağlanmasıdır.   

 Bilim önce evreni dünyadan ibaret gören ve evrendeki her hareketin dünyaya tabi olduğunu düşünen ortaçağ insanına ve egemenlerine ağır bir darbe vurmuştur. Dünya bir güneş sisteminde yer alır ve evrenin biricik gezegeni değildir. Bu insan için ilk aşağılamadır. İkinci olarak tüm canlıların insan için yaratıldığı ve insanın canlılığın en mükemmel organizması olduğu anlayışı yerle bir edilmiştir. Üçüncü olarak insan kendi zihninin efendisi olmadığını anlamıştır. Dördüncüsü insanın belirli sosyo-ekonomik yasalara tabi olduğu ve bu yasaların bilgisine sahip olmadan özgürleşemeyeceğidir. Bu nirengi noktalarının hepsi insanın doğadaki biricikliğine karşı birer aşağılamadır. Tüm bu zihinsel devrimler çeşitli türlerde derecelerde istismarlara maruz kalmışlardır. Fakat bu durum insanın, canlılığın bir parçası olarak adil, onurlu, barış içinde bir yaşama ve gezegene doğru attığı kritik eşikler ve adımlardır. 

 Bilim, paradoksal bir kullanım gibi gözükse de bir ruha sahiptir. Bu ruh, sosyal ve maddi gelişme süreçlerinde edindiği aydınlanmacı karakteridir: İnsan aklının aydınlanması, doğayla, evrenle olan barışçı ilişkisinin kurulması ve insanı-doğayı köleleştiren düzene meydan okumasıdır. Bu ruh meta ilişkilerinin ölü bir nesnesi yapılmıştır. Bu ruhu yeniden canlandırmak insana, doğaya ve tarihe karşı olan sorumluluğumuzdur.

 Bugün bilim düzeni meşrulaştıran ideolojik bir alan olarak işlemektedir. Bilgi üretiminin ve uygulamasının birçok dalı eşitsizliğin ve adaletsizliğin kabulüne hizmet etmektedir. Bu sayımızda konu aldığımız genetik bilimi bir yana, bilim dallarının, insanı düzen için uysal ve tam verimle ‘çalışan’ birer robot haline getirmek isteyen tüm varyasyonlarından, sosyal bilimlerden fen bilimlerine her alanda yoğun bir sahte ‘hakikat’ üretimi mevcuttur. Bilim maalesef ki insanı doğayla bütünleştirmemiş aksine onun üzerinde saldırgan bir egemenlik doğurmuştur. Doğayı her türlü tahrip etme, yok etme hakkını kendimizde bulabiliyoruz. Bunu yalnızca insan türünün kendi iç ilişkisinde değil, dışımıza karşı da bir iktidar hiyerarşisi oluşturarak yapıyoruz. O zaman bizlere düşen görev Stephen Jay Gould’ların açtığı yoldan gitmek; bilimin adil ve özgür bir yaşam için, canlılığın birlikte saygı ve barış içinde yaşaması için mücadele etmektir. Her alanda hem kendimizi hem de çevremizi aydınlatmaktır. Hiç de azımsanmayacak bu görev için bizler işareti yolluyoruz. İşareti aldıysanız bu kavgaya davetlisiniz…

İlk yazıya aşağıdan ulaşabilirsiniz: https://rizomdergi.com/2024/05/12/bilimin-bilimsellik-ile-imtihani-genetik-ve-iq-testleri-1/

Kaynakça

-Dawkins, Richard, Gen Bencildir, Çev.: Asuman Müftüoğlu, Tübitak Yayınları, 2007.

-Gould, Stephen Jay, Pandanın Başparmağı, Çev.: Ülkün Tansel, Versus Kitap, 2010.

-Gould, Stephen Jay, Darwin ve Sonrası, Çev.: Ceyda Temürcü, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2003.

-Gould, Stephen Jay, İnsanın Yanlış Ölçümü, Çev.: Ebru Kılıç, Versus Kitap, 2014.

-Marino, Lori, et al. “Cetaceans have complex brains for complex cognition.” PLoS biology (5), 2007.

-Ülgen, Güncel Oğulcan. Aristoteles’ te ve Derrida’da Hayvan Sorusu, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019.

-Woods, Alan., Grant, Ted., Aklın İsyanı, Çev.: Ufuk Demirsoy&Ömer Gemici, Tarih Bilinci Yayınları, 2011.


[1]Stephen Jay Gould, Pandanın Başparmağı, Çev.:Ülkün Tansel, Versus Kitap, 2010, s.3.

[2]Lori Marino, et al. Cetaceans have complex brains for complex cognition. PLoS biology (5), 2007, s.1-18.

[3]Alan Woods, Ted Grant, Aklın İsyan, Çev.:Ufuk Demirsoy&Ömer Gemici, Tarih Bilinci Yayınları, 2011,s.339

[4]A.g.e., s.340.

[5]A.g.e., s.340.

[6] Richard Dawkins, Gen Bencildir, Çev.:Asuman Müftüoğlu, Tübitak Yayınları, 2007, s.5.

[7]A.g.e., s.11.

[8]Jacques Derrida,  The Animal That Therefore I Am, Çev.:David Wills, Fordham University Press., 2008. Aktaran: Güncel Oğulcan Ülgen, Aristoteles’ te ve Derrida’da Hayvan Sorusu,Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019, s.80-81.

[9]Stephen Jay Gould, Pandanın Başparmağı, Çev.:Ülkün Tansel,  Versus Kitap, 2010, s.95-96.

[10]Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, Çev.:Ceyda Temürcü, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2003, s.282.

[11]A.g.e., s.288.

[12]Stephen Jay Gould, İnsanın Yanlış Ölçümü, Çev.:Ebru Kılıç, Versus Kitap, 2014, s.169.

[13]A.g.e., s.169-170

[14]A.g.e., s.170.

[15] A.g.e., s.170-178.

[16]Alan Woods, Ted Grant, Aklın İsyan, Çev.:Ufuk Demirsoy&Ömer Gemici, Tarih Bilinci Yayınları, 2011, s.346-347.

[17] Stephen Jay Gould, İnsanın Yanlış Ölçümü, Çev.:Ebru Kılıç, Versus Kitap, 2014, s.19-20.

[18]Alan Woods, Ted Grant, Aklın İsyan, Çev.:Ufuk Demirsoy&Ömer Gemici, Tarih Bilinci Yayınları, 2011, s.349.

[19]A.g.e., s.350.

[20]Stephen Jay Gould, Pandanın Başparmağı, Çev.:Ülkün Tansel, Versus Kitap, 2010, s.178-184.

Yazar Hakkında

RizomDergi