Daha sonraki sayfalarda ortaya attığımız kuram, temel noktalarda Freud’un karakter-bilimini izlemektedir: Karakter özelliklerinin, davranışın temelinde bulunduğunu ve ondan çıkarsamaları gerektirdiğini; bunların, güçlü olmakla birlikte, insanın bilinçli olarak hiçbir şekilde fark edemeyebileceği kuvvetler olduklarını; tek bir karakter özelliğinin karakterin temel unsuru olarak görülemeyeceğini; birçok karakter özelliğinin kaynağını oluşturan tüm karakter yapısının karakterin temel unsuru olduğunu kabul etmek bakımından Freud’u izlemekledir. Bu karakter özellikleri özel bir yapıdan ileri gelen bir belirti tablosu, ya da benim deyimimle “karakter yönelişi” olarak anlaşılmalıdır. Ben yalnızca doğrudan doğruya temel yönelişin sonucu olarak çok sınırlı birkaç karakter özelliği üzerinde duracağım. Başka birtakım karakter özellikleri de aynı şekilde ele alınabilirdi ve onların da doğrudan doğruya bu temel yönelişlerin sonucu oldukları ya da bu temel karakter özelliklerinin mizaç özellikleriyle karışmasından
oluştukları gösterilebilirdi. Bununla birlikte, karakter özelliği olarak görülen birçok özelliğin bizim anladığımız şekilde gerçek karakter özelliği olmadığı, yalnızca mizaç ya da davranış özelliği olduğu da ortaya çıkabilirdi.
Burada öne sürülen karakter kuramı ile Freud’unki arasındaki temel fark şudur: Karakterin temel yapısı libido’nun çeşitli şekillerinden değil, bir insanın dünya ile olan özel ilişkilerinden kaynaklanır. Yaşama süreci içerisinde insan dış dünya ile
kendisi arasında şu şekilde bağlantı kurar: (1) Nesneleri elde ederek ve kendine-mal-ederek; (2) kendisini başka insanlar (ve kendisi) ile ilişkili hale getirerek. Birincisine “kendine-mal-etme” süreci, ikincisine ise “sosyalleşme” süreci diyeceğim; her ikisi de çeşitli imkânlara “açık”tır ve hayvanda olduğu gibi içgüdüsel bir şekilde belirlenmiş değildir. İnsan, nesneleri bir dış kaynaktan alarak ya da kendisine verileni kabul ederek, veya kendi çabası ile yaratarak elde edebilir. Her ne şekilde olursa olsun, ihtiyaçlarını karşılamak için onları elde etmesi ve kendine mal etmesi gerekir. Aynı zamanda, insan yalnız başına ve başkaları ile ilişki kurmaksızın yaşayamaz. Kendini savunmak, çalışmak, cinsel ihtiyacını gidermek, oynamak, çocuk yetiştirmek, bildiği ve sahip olduğu şeyleri iletmek için başkalarıyla işbirliği yapmak zorundadır. Dahası, başkaları ile ilişki kurmak, onlarla bir olmak, bir topluluğa katılmak zorundadır. Tam bir yalnızlık insan için katlanılmaz bir şeydir ve sağlıkla bağdaşamaz.
Burada da yine insanın başkaları ile kendisi arasında çeşitli biçimlerde ilişki kurduğunu görüyoruz: Sevebilir ya da nefret edebilir, işbirliğinde bulunabilir ya da yarışabilir; eşitliğe ya da otoriteye, özgürlüğe ya da baskıya dayanan bir sosyal sistem kurabilir; ama her ne olursa olsun, başka insanlarla herhangi bir şekilde ilişki kurmak zorundadır ve ilişkisinin özel biçimi onun karakterini açığa vurmaktadır.
İnsanın kendisiyle dış dünya arasında ilişki kurduğu bu yönelişler, onun karakterinin çekirdiğini oluşturmaktadır; karakter, kendine-mal-etme ve sosyalleşme süreci içerisinde insan enerjisinin belli bir yöne çevrildiği (bir dereceye kadar sürekli) bir kalıp olarak tanımlanabilir. Ruhsal enerjinin bu şekilde belli bir vardır.
İnsanın hareketleri doğuştan gelen içgüdüsel kalıplar tarafından yönetilmediği için, eğer insan her harekete geçişte, her adım atışta düşünüp taşınarak bir karar vermek zorunda olsaydı, hayat gerçekten de güvensiz, tehlikeli bir hal alırdı. Oysa, birçok hareketin bilinçli bir kararın sağlamış olduğundan çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesi gerekir. Üstelik, eğer bütün davranışlar bilinçli bir karardan sonra gelmiş olsalardı, hareketlerin gerektiği şekilde yapılmasını engelleyecek birçok tutarsızlık çıkardı ortaya. Davranışçı düşünceye göre, insan, şartlı refleksler olarak görülebilecek birtakım hareket etme ve düşünme alışkanlıkları geliştirerek, yarı-otomatik bir şekilde tepkide bulunmayı öğrenmektedir. Bu görüş bir dereceye kadar doğru olmakla birlikte, bir insanın ayırt edici niteliği olan ve değişmeye karşı koyan en köklü alışkanlıklarının ve düşüncelerinin o insanın karakter yapısından kaynaklandığı gerçeğini gözden kaçırmaktadır: Bu gibi alışkanlıklar ve düşünceler, karakter yapısı içerisinde enerjinin belli bir yöne çevrildiği özel bir kalıbı ifade ederler. İnsanın karakter sistemi, hayvandaki içgüdüsel aygıtın yerini tutan bir sistem olarak görülmelidir.
Enerji bir kere belli bir yöne doğru çevrildi mi, hareketler “karaktere uygun olarak” gerçekleşir. Özel bir karakter, ahlâk bakımından hoşa gitmeyebilir, ama hiç değilse o insanın oldukça tutarlı bir biçimde davranmasına ve her seferinde yeni ve bilinçli bir karar vermek zorunda kalma yükünden kurtulmasına imkân verir. O insan, hayatını kendi karakterine uygun gelecek şekilde düzenleyebilir, böylece iç ve dış durum arasında bir dereceye kadar uzlaşma sağlayabilir. Ayrıca, karakterin bir insanın düşünceleri ve değerleriyle ilgili seçici bir fonksiyonu da vardır. Birçok insan, kendi düşüncelerinin, heyecanlarından ve isteklerinden bağımsız olduğuna ve mantıklı bir çıkarsamadan ileri geldiğine inanır; bunun için de dünya karşısındaki tavrının, düşünceleri ve yargıları ile daha da belirlendiğini sanır; oysa, gerçekte, bu düşünceler ve yargılar, tıpkı hareketler gibi, karakterinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir sanı, karakteri haklı ve akla uygun bir çerçeve içerisinde gösterdiği için, karakter yapısını daha da sağlamlaştırır.
Karakter, bir insana yalnızca tutarlı ve “akla uygun” bir biçimde hareket etme imkânını vermekle kalmaz; aynı zamanda, o insanın topluma uyması için gereken temeli de sağlar. Ana-babanın karakteri, çocuğun karakterine şekil verir; karakter, ana-baba karşısında gösterilen bir tepki olarak gelişir. Ana-babalar ve kullanmış oldukları çocuk yetiştirme yöntemleri ise, kendi kültürlerinin sosyal yapısı ile belirlenmiştir. Ortalama bir aile, toplumun “ruhsal aracısı”dır ve çocuk ailesine ayak uydurmakla, daha ileride sosyal hayatta üzerine alması gereken görevlere uymasını sağlayacak karakter yapısını kazanmış olur. Yapmak zorunda okluğu şeyleri yapmak istemesini sağlayacak bir karakter edinir ve bu karakterin çekirdeğini aynı sosyal sınıfın ya da kültürün çoğu üyesi ile paylaşır. Bir sosyal sınıfın ya da kültürün üyelerinin çoğunun karakterin temel unsurlarını paylaşmış olması ve belli bir kültür içerisindeki insanların çoğunda ortak olan bir karakter yapısının çekirdeğini dile getiren bir “sosyal karakter” den söz edilmesi, karakterin sosyal ve kültürel kalıplar tarafından şekillenme derecesini göstermektedir. Şu var ki, aynı kültür içerisindeki bir insanı ötekinden ayıran
bireysel karakteri sosyal karakterden ayırmak zorundayız. Bu farklar bir dereceye kadar ana-babaların kişilik farklarına ve çocuğun yetişmiş olduğu özel sosyal çevrenin ruhsal ve maddî şartlarına bağlıdır. Ama aynı zamanda her insanın yapısal farklarına, özellikle mizaç farklarına da bağlıdır. Soyaçekim bakımından bireysel karakterin oluşumu, bireysel yaşantılarla kültürel yaşantıların mizaç ve beden yapısı üzerindeki etkisiyle belirlenmiştir.
Çevre iki insan için hiçbir zaman aynı değildir, çünkü yapı farkları onların aynı çevre içerisinde birbirinden az ya da çok farklı yaşantılar edinmelerine yol açmaktadır. Köklerini bir insanın karakter yapısından alacak yerde, yalnızca kültürel kalıplara uymasının sonucu olarak ortaya çıkan hareket ve düşünce alışkanlıkları, yeni sosyal kalıpların etkisiyle kolayca değişebilirler. Buna karşılık, eğer bir insanın davranışı, karakterine iyice kök salmışsa, enerji ile doludur ve ancak o insanın karakterinde temel bir değişiklik olduğu zaman değişebilir.
Bundan sonra yapacağımız analizlerde, yaratıcı yöneliş ile yaratıcı olmayan yönelişler birbirinden ayrılmıştır. Bu kavramların belli bir bireyin karakterinin tanımlanması değil de, “ideal tipler” olduklarını unutmamak gerekir. Ayrıca, anlamayı kolaylaştırmak için, bu tipler burada ayrı ayrı ele alınmıştır; oysa belli bir kişinin karakteri genellikle bu yönelişlerin hepsinin ya da bazılarının karışımından oluşmuştur; bununla birlikte, her birinde bu yönelişlerden biri egemen durumdadır. Son olarak şunu da belirtmek isterim: Yaratıcı olmayan yönelişlerden söz ederken yalnızca olumsuz görünüşler üzerinde durulmuştur; bu yönelişlerin olumlu yönleri bu bölümün sonunda kısaca tartışılacaktır.