Rizom Akademiden sizler için birbirinden güzel film önerileri ve analizleri:
1-) Suyun Sesi/The Shape of Water – Guillermo del Toro
Suyun Sesi, Guillermo del Toro tarafından yönetilen, 13 dalda Oscar’a aday olan ve izlerken merak uyandıran bu film 1960’lı yılların soğuk savaş yıllarını yansıtmaktadır. Konusunu yalnızlık ve sevginin gücü, başka olanı da sev felsefesi oluşturur. Filmde Elisa isimli bir kadının hikayesi anlatılmaktadır. Elisa garip deneylerin yapıldığı Amerika’daki bir laboratuvarda temizlikçidir. Sıkı sıkıya uyduğu günlük bir rutine ve hayallere sahiptir, ancak dilsizdir. Zelda ile çalıştıkları laboratuvara suya bağlı yaşayan garip bir yaratık getirilir. Üzerinde deneyler yapılacak olan bu yaratık ile Elisa, iletişim kurmayı başarır ve birbirlerine her şeye rağmen ne kadar benzediklerini keşfederler. O da yalnız ve sevgiden mahrum kalmış durumdadır. Böylece iki yalnız canlı arasında başlayan ilişki film ilerledikçe masalsı bir aşka dönüşür.
Richard Shickland araştırma merkezindeki yaratıktan sorumlu kişidir. Yaratığı işkence yöntemiyle yola getireceğini sanan ve yaratığın üzerinde otoritesini kurmaya çalışan bir kişiliktir. Ruslar adına çalışan bir ajan olduğunu bildiğimiz Dr. Robert Hoffstetle ise iki ülke arasındaki çekişmede mucizelerle dolu bu sıra dışı yaratığın tarafını tutmaktan çekinmez. Yaratıkta keşfettiği iletişim kurma kabiliyeti karşısında büyülenen doktor, otoriteye karşı gelerek, yaratığın merkezden kurtarılma planında Elisa’ya destek olur. Filmin bir kısmında ise:
“Görmek mümkün değil senin şeklini
Dört bir yanım seninle çevrili
Varlığın dolduruyor gözlerimi aşkınla
Kalbim aciz kalır her yerdeki varlığınla”
Mevlana’ya ait olan bu şiir filmin temel ilham kaynağıdır. Film boyunca Mevlana öğretisine uygun bir aşk anlayışının izleri görülmektedir. Aşkın, şeklin ötesinde oluşuna, sevginin iyileştirici, bütünleştirici, tamamlayıcı gücüne sık sık vurgu yapılmaktadır. Öte yandan dönemin baskıcı, ırkçı ve ötekileştirici yapısına da bir itiraz vardır. Otoriteye karşı yapılan çıkışlar karakterleri kendilerini tanımaya, keşfetmeye, sorgulamaya sevk eder. Kötünün temsili Strickland ise otoriteyi temsil eder. Metaya bağımlı, otoritenin kölesi, sorgulamadan emirleri yerine getiren Strickland’in tıpkı parmakları gibi çürümeye yüz tutmuş zihniyetin bir parçası olduğu her halinden anlaşılmaktadır.
Selin Temel
2-) İki Bacaklı At /Asbe Du Pa/ Two Legged Horse – Samira Makhmalbaf
Makhmalbaf ailesi, İran sineması denildiğinde şüphesiz akla ilk gelen isimlerden. Bu ailenin en başarılı kadın yönetmeni ise Samira Makhmalbaf desek abartmış olmayız. Samira Makhmalbaf sinemaya çok küçük yaşlarda kamera önünde başlayıp işin mutfağına terfi olanlardan. Zaten sinemacı bir ailede büyüdüğü için, sinema eğitimi alıp genç yaşta kariyerine başlayan Makhmalbaf’ın en çarpıcı filmlerinden Asbe Du Pa’yı inceleyeceğiz.
Hikayede, günlük 1 Dolar karşılığında engelli bir çocuğu sırtında okula götürüp getiren Mirvais üzerinden anlatılır. Mirvais bu işi yaparken rolü, kimliği ve iş tanımı sürekli değişir. Bu değişimler izleyiciyi politik, vicdani, ahlaki ve sınıfsal sorgulamalara sokmaktadır. Filmin bu açıdan oldukça sert bir anlatımı vardır. İyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız ayrımını net olarak çizdiği söylenebilir. Filmi izlerken hikayenin sertliğinden etkilenerek tüm gerçekliği ile akışa kapılmak da, karakterleri soyut kavramlar ile bağdaştırıp yorumlamak da mümkün. Sistemi sorgulamak adına tüm malzeme önümüze sunulmuş durumdadır.
Film, amatör çocuk oyuncuların başrolde olduğu, doğal mekanların, doğal ışığın kullanıldığı ve yapay çekim teknikleri içermeyen yapısıyla samimiyet konusunda bir adım öne çıkmaktadır. Genel olarak İran sinemasının bir özelliği olan bu durum Batı sineması ile Doğu sinemasının ayrıştığı temel özelliklerden biridir. İran filmlerinin Batı’dan bu kadar alkış ve ödül toplamasının temel sebeplerinden biri olarak bunu sayabiliriz. Diğer bir sebep olarak, İran sinemasının geç dönem kült filmlerinde, Batı’nın Doğu’yu tanımlarken ve her tanımladığında yeniden inşa ederken (oryantalizm) kullandığı pek çok unsuru barındırıyor olması gösterilebilir. Kabaca, ahlakın uç noktalarında gezinen insan modelleri, karakterlerin aşırılıkları, umutsuzluğa sevk eden kara düzen, metalaştırılmış kadınlar Doğu’ya özgü özelliklermiş gibi sunulur.
Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde, filmin bitiş jeneriği akarken izleyiciye de düşünülesi birçok malzeme alacağını garanti eder, şimdiden iyi seyirler dileriz..
Selin Çağrı Şirin
3-) Umut-Yılmaz Güney, Şerif Gören
Yapımcılığını, senaristliğini ve yönetmenliğini(Şerif Gören ile) Yılmaz Güney’in yaptığı 1970 yapımı bir Yeşilçam filmi olan “Umut”, Türkiye sinemasındaki politik filmlerin ilk örneklerindendir.
Bir dram filmi olan “Umut”, toplumdaki sınıf farklarını yalın bir biçimde izleyiciye taşımaktadır. Çukurova’da at arabacılığı yapan Cabbar’ın işleri kötü gitmektedir. Atına bir arabanın çarpmasıyla durumu daha da kötüleşir. Toplum dışına itilmiş ve ötekileştirilmiş ailesiyle bu zor koşulları atlatmak için yeni maceralara atılmak zorunda kalır. Bu maceralar onun hayat kumarı olacaktır. Günlük hayatın koşuşturmacasından birçoğumuzun gözden kaçırdığı insanların hayat hikayelerini perdeye taşıyan Yılmaz Güney, kapitalist sistemin vahşi yüzüne karşı duyarsızlığımızı sorgulatmaktadır. İster 1970’lerin ister bugünün dünyasında olsun sınıf farklarını ve sınıf hiyerarşini kutsayan bu sistem, toplumun bir kesimini ezilmeye ve çaresizliğe mahkum bırakmıştır. Umut filmi eskimeyecek bir mesajdır bizlere. Filmin içeriğindeki zenginlik, Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz ve Gülşen Alnıaçık gibi zengin oyuncu kadrosu ile daha da perçinlenmiştir.
Film, sistemin sahiplerini oldukça rahatsız etmiş olacak ki Sansür Kurulu tarafından yasaklanmış, içindeki mesajların topluma iletilmesi engellenmeye çalışılmıştır. Hem hayatın yalın gerçeğiyle yüzleşeceğimiz hem de insan olma sorumluluğumuzu hatırlayacağımız bu filmi mutlaka izleyiniz.
Burak Koray
4-)Modern Zamanlar/Modern Times – Charlie Chaplin
Charlie Chaplin’in bu sessiz filmi sesli filmlerin doğuşundan yaklaşık on yıl sonra ortaya çıkmıştır. Artık sesli filmlere alışan seyircinin pek ilgisini çekmemiş ve bu yüzden ilk çıktığı zamanlarda gişe elde edememiştir. Bugün ise Chaplin’in en büyük başarısı olarak hafızalarda yer edinmiş ve politik eleştirinin en kült yapıtlarından biri haline gelmiştir.
Filmde ilk sahnede bir koyun sürüsüne yer verilir ve hemen ardından o sürüye benzetilmiş fabrikaya yürüyen bir grup işçi görülür. Burada işçilerin sisteme koyun gibi hizmet ettikleri ve bir koyundan farksız muamele gördükleri sahnelenir. Ana karakterimiz dilsiz ve isimsizdir. Çünkü o dünyanın her coğrafyasının ortak kültürü, tarihi, ismi ve dili olan insandır yani proleterdir. Ana karakterimiz bir fabrika işçisidir. Durmadan çalışmak zorundadır. Köle-robot insan gibidir adeta. İşin ağır temposuna daha fazla dayanamayıp sinirsel bozukluklar yaşayıp hastaneye kaldırılır. Karakterimiz bundan sonra birkaç işe daha girer fakat sistem her yerde aynı yürüdüğü için hiçbirinde sürekli olarak kalamaz ama asla çabalamayı ve direnmeyi bırakmaz.
Film, sıradan insanın makineleşme karşısında nasıl dışlandığını ve ezildiğini gözler önüne sererken kapitalist sisteme bir eleştiri niteliğindedir. Ayrıca dönemin ağır çalışma koşullarını çalışma ortamında görmemizi sağlamaktadır.
Chaplin, Modern Zamanlar ile çökmüş bir ekonomik sistemin kıvranışlarını bütün çıplaklığıyla bize gösterirken en sert olayları bile o kendine has yumuşak tavrıyla birleştirip bize aksettirebilmiştir. Chaplin’in bu efsaneleşmiş baş yapıtını hiç vakit kaybetmeden izlemenizi tavsiye ederim..
Ömer Turgut