Aktüel Edebiyat-Sinema Genel

Kurgudan Gerçekliğe: Körlük Romanı ve Corona Virüs

Written by Şevin Çetiner

“Aslında körlük umudun tükendiği bir ülkede yaşamaktı.”

Jose Saramago’nun “Körlük” adlı romanı, zor zamanlardan geçtiğimiz şu günlerde önümüzü aydınlatacak önemli yapıtlardan bir tanesidir. Eserde, beklenmedik bir felaketi yaşayan toplumun hayatta kalma mücadelesi, sosyal kurumların böyle dönemlerde açığa çıkan nitelikleri, değer yargılarının; iyiliğin ve kötülüğün karşı karşıya geldiği mücadeleler anlatılır.  Adı olmayan bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, trafik ışıklarında bekleyen bir adamın ansızın kör olmasıyla başlar her şey. Ülkede beyaz körlük salgını ortaya çıkar ve hızla yayılır.

Saramago, okuru beyaz körlük dehlizinin tam ortasına yerleştirmiş; yarattığı atmosferde kişiyi düşünmeye zorlamış, kurgusu ve karakterleriyle de okuru adeta sarsmıştır. Kitapta yer alan hiçbir karakterin ismi yoktur. Biz onları verilen özellikleriyle tanıyoruz. Bu durum yazarın, karakterlerin evrenselliğine atıfta bulunduğu düşüncesine yöneltiyordu bizleri.

Romanda körlük salgınına yakalanan insanlar, yönetim tarafından kentin çok uzağında bir yerde karantinaya alınmıştır. Yönetimin karantinada bulunan insanlara gerekli gıda, sağlık ve temizlik malzemesi sağlaması bekleniyor ve körler bu şekilde yaşamlarını idame ettireceğini düşünüyordu. Ayrıca karantina dışına çıkılmaması için bu insanları sürekli gözetleyecek olan güvenlik güçleri yerleştirilmişti. Fakat hem durum anlatılandan farklı gelişmekte hem de karantinadaki körlerin sayısı gün geçtikçe artmaktaydı. Yönetim tarafından gönderilen gıdaların yetersizliği, yeterli desteğin verilmemesi, akmayan musluklar nedeniyle yaşanılan yerin ve tuvaletlerin temizlenmemesi karantinada insanca yaşamı güçleştirmişti.

Güç ve denge kavramları körlerin yeni dünyasında yerini almıştı. Karantina binasına sonradan gelen ayrıcalıklı bir grup, topluluk üzerinde otorite kurmaya başlamıştı. Kötü ve zalim körler, yiyecekleri devletin de bilinçli bir biçimde göz yummasıyla elinde tutmakta ve yiyeceklere sahip olmak için orada yer alan insanlara çeşitli yaptırımlar uygulamaktaydı. Kadınların bedenlerine karşılık yiyecek verileceği söylenmişti. Kadınlar ihtiyaçların karşılanması için bu duruma mecbur bırakılmış ve kadınlara tecavüz edilmişti. Ama yapılan kötülükler böyle sürmeyecekti.

Karantina binasında birbirlerine karşı mücadele eden iki grup oluşmuştu. Karantinaya alınanlar içerisinde ise gören tek bir kişi vardı: Doktorun Karısı. Söz konusu karakter mücadelenin, iyiliğin ve umudun temsili olarak despot düzene karşı, ölümü göze alan grup içerisinde yer alıyordu. Bu grup dayanışma içerisinde kötü körlere,  şiddete, kötülüğe, zulme, fırsatçılığa karşı tepki ortaya koymuştu. Doktorun Karısı kadınlara yapılanlara sessiz kalmamış, tecavüzcülerden birini öldürmüştü. Fakat yine de yaptığını sorguluyordu: “İçimizde hangimiz hala eskiden olduğu kadar insan olduğunu düşünüyor. Ben birini öldürdüm. Koğuşta adamın birinin boğazına makas saplayarak öldürdüm.’’  Grubun içinden biri ise ona destek vermişti: “ Sen öcümüzü aldın, orada biz kadınlara, cinsel istekleri için durumu fırsata çevirenlere karşı bizlere yaşatılanların öcünü aldın.” Bu grup yaratılmaya çalışılan düzeni reddetmiş,  gücü elinde tutanlara isyan ederek hayatta kalmayı başarmıştı.

Devlet zaten yeterli miktarda sağlamadığı gıda desteğini ve yardımı artık tamamen kesmişti. Körler kaderleriyle baş başa bırakılmıştı. Açlıktan,  pislikten kırılan ve insanca yaşamayı unutmuş olan körler, kapatıldıkları binadan kaçmak isteyince onları gözetleyen güvenlik güçleri ateş açmış ve körlerden ölen olmuştu. Ülkedeki körlük salgını neredeyse herkese bulaşmış, karantina binası tamamen unutulmuştu.

Doktorun Karısı’nın yer aldığı grup kapatıldıkları yerden kaçıp,  sığınabilecekleri bir yere gitmişlerdi. Ne yazık ki dışarıdaki durum da farklı değildi. Ülkede insanlık unutulmuş, toplum değerlerini yitirmişti. Bencillik ve hayata tutunmak için yapılan iğrençlikler had safhaya çıkmıştı. Sokaklar kir ve insan cesetleriyle doluydu. Tablo Doktorun Karısı için oldukça iç karartıcıydı. Kadın, insanlığın geldiği bu durumu görmektense kör olmayı yeğlemişti. İnsanlar gözleri olmadan yaşamayı bir şekilde başarmış ancak insan olmaktan çıkmıştı. Onursuzluğun, ahlaksızlığın ve her türlü kötülüğün kol gezdiği bu toplum çöküşü yaşamıştı.

Romanda bizleri içine alan o kaotik dünya, her ne kadar nefesimizi kesse de son tahlilde bir kurguydu ve aslında insanlığın genel olarak durumu henüz iyiydi.

Körlük’ün konusu olan salgın ve yaşattıkları, kişiyi okurken ruhsal bunalım ve buhrana sürüklemiştir. Eserdeki kurgu dahi tüylerimizi bu denli ürpertiyorken bugün tüm dünya gerçek bir salgınla karşı karşıyadır. Yaşadığımız kürede hiçbir sınıfsal farklılık gözetmeden, din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın yediden yetmişe herkesin korkulu rüyası haline gelen Saramago’nun beyaz körlük dehlizi değil bu seferki: Bir virüs. Aklımıza kazınan yapıtın hissettirdiklerini tıpkı bir film şeridi gibi yaşıyoruz, yaşayacağız…

Saramago’nun tüm ülkeye yayılan salgını oldukça dehşet vericiydi ve büyük tahribatlara neden olmuştu. Kitapta yaşananlar; etik değerleri, ahlaki eylemleri sorgulatan, insanın ve insanlığın sınırlarını alt-üst edip yeniden var eden nefes nefese okuyacağımız birer kurguydu. Ve bizler bunun bilincindeydik. Peki ya bugün dünya üzerinde; İtalya’da Fransa’da, İspanya’da Türkiye’de, İran’da ve geriye kalan 150’den fazla ülkede yaşananlar ve yaşanacak olanlar yalnızca birer kötü kurgu mu?

Peki, küresel salgının yayılmasında, yaratılan dünyaya seyirci kalmamızın hiç mi payı yok?  Kimyasal ve biyolojik silahlar ile büyük yıkımlara neden olan savaşların yaşandığı, doğanın hunharca kar dürtüsüyle talan edildiği, ahlaki değerlerin yok sayıldığı, iyilik ve kötülük kavramlarının içinin boşaltıldığı, hırsızlığın, yolsuzluğun, fırsatçılığın, onursuzluğun,  kötülük ve şiddetin hüküm sürdüğü bir dünya. İşte bu dünyada ortaya çıktı bu virüs. Bu çırpınışımıza sebep olan yalnızca bir virüs mü?

Bakmak ve görmek.  Bizler tam olarak neredeyiz? Yaşananlar insanlığa birer ayna oluyor, gerçeklik tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor.  Bu bir fırsat olabilir. Düzen değişmelidir.  İnsanlığın elinde… Kapitalizmin  liberal demokrasiyi merkezi söylem haline getirerek, insan hakları ve bireysel özgürlükleri savunuyor görünüşü kendi içerisinde çelişkiler barındırıyor. Yaratılan bireyci mutluluklardan ve burjuva sınıflar lehine uygulanan politikalardan geriye çoğunlukta iç karartıcı mağdur kalabalıklar oluşuyor. Devleti ve alanını minimalize ederek kamusal hakların ekonomik, siyasi, sağlık ve başkaca sosyal alanlarda yapılan özelleştirmelerin bizleri aslında bugün daha ileri taşıması gerekmiyor muydu? Yapılan propaganda böyle idi.  Bugün ise bunların yalnızca sahte birer propaganda olduğu anlaşılıyor. Liberal işbirliğini savunan bunca devlet, kuruluş ve diğerleri neden yaşananlara yalnızca seyirci kalıyor. (Temelde kar amacı güdüldüğü için olabilir mi?) Toplumun varsıl kesimlerinin demokrasiden nasibini aldığı konusunda hemfikiriz. Ya geriye kalan insanlar, halklar? Elimizde kalan yalnızca sevdiklerimizin ölü bedeni oluyor. Umutlarımızı diri tutarak, dayanışma içerisinde, yaşanan kötü günlerin üstesinden geleceğimize dair inancımızı korumalıyız. Sistemin bizi dahi kendimize yabancılaştırmasına fırsat vermemeli bu duruma dur demeliyiz. Yitirdiklerimizin bir anlamı olmalı.

 

Yazar Hakkında

Şevin Çetiner