Yarım yüzyıldır yürürlükte olan neoliberal paradigma, son 28 yıldır gemiyi azıya almış, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası yerkürenin tamamını küresel bir kapitalist pazar haline getirmişti. İnsanlığa serbestleşme, özgürleşme, bilgi çağı, barış çağı armağan ettiğini söyleyen bu paradigma, yarattığı illüzyon toplumunu eşitsiz, adaletsiz, antidemokratik, kontrolcü içeriği ile sürdürmektedir. Bu durumun en yalın ve istatistiksel kanıtı eşitsizliğin boyutlarıdır.
Yıldan yıla artan eşitsizlik devasa boyutlara ulaşmıştır. Bu eşitsizliğin yüzümüze çarpması için son 12 yılda iki büyük olay yaşadık. Biri 2008 dünya krizi, diğeri bugün yaşamakta olduğumuz Corona virüs. İlki yeterli uyanışa ulaştırmamış olacak ki mevcut düzen çeşitli dozlarda makyaj yaparak durumu atlatabildi. Atlatılan kapitalist cehennemin ne olduğunu ve boyutlarının insan türü için ne düzeyde bir aşağılanma olduğunu anlayabilmek için iki veri aktaracağım: İlki, 1998 yılında yayınlanan İnsani Gelişme Raporu. Bu rapora göre en zengin 225 kişinin toplam varlıkları 2.5 milyar insanın yani nüfusunun yüzde 47’sinin toplam yıllık gelirine, dünyanın en zengin 3 kişisinin toplam varlıkları ise en yoksul 48 ülkenin toplam yıllık gelirine eşitti.
Azgelişmiş olarak ifade edilen ülkelerde yaşayan 4.4 milyar insanın yüzde 60’ı temel temizlik koşullarından, yüzde 33’ü temiz içme suyundan, yüzde 25’i içinde yaşanabilecek konuttan, yüzde 20’si gerekli besin kaynaklarından ve sağlık servislerinden yoksundu. Aradan geçen 15-20 yılda tablonun bu kadar da korkunç olmayacağını düşünürüz. Neden mi? Çünkü artık bilgi çağında olduğumuz söylenmektedir; yapay zeka, robot teknolojisi, akıllı elektronik aletler ve dahası. Fakat ne yazık ki! 2015 yılında dünyanın en zengin 62 kişisi dünya nüfusunun yüzde 50’si ile eşit mal varlığına sahiptir. Oysa 2010 yılında dünya nüfusunun yarısının mal varlığına sahip kişi sayısı 388 idi. 5 yılda bu devasa zenginliğe sahip olanların birbirleriyle orman kanunları içinde savaş verdiği de görülmektedir. 21. yüzyılın başından itibaren dünya servetinin artışından nüfusun yarısı yüzde 1 oranında faydalanırken, servet artışının yaklaşık yarısı en zengin yüzde 1’in servetine eklenmektedir. Yakın dönem verisine göre durum nedir dersiniz? 2018 yılında en zengin 26 kişinin serveti, dünyadaki toplam servetin yarısıdır. Zenginliğin tekelci karakteri ve giderek daha az kişinin elinde toplandığı konusunda şüphemiz kalmamış olsa gerek. Türkiye’de de durum farklı değildir. 2018 verilerine göre toplumun en zengin yüzde 1’i toplam servetin yüzde 54.4’üne sahip, en zengin yüzde 10’u ise toplumsal servetin yüzde 81.2’sine sahip, geri kalan yüzde 90’ın payına düşen sadece yüzde 18.8’dir.
Nasıl Açıklamalı?
Corona virüsün saldırdığı bu sosyal yapıyı bir kez daha hatırlamış olduk. Böyle bir sosyal yapıda hala bağış yapan iyilik melekleri olarak gözüken düzen sahipleri ve bunu böyle algılama meziyetini gösteren kitlelerin sırrı nerededir? Eşitsizlikteki bu artışa rağmen çıkan kısık sesleri ve üstüne celladına minnet duyan bu zihinleri ne ile açıklamak gerekir?
Bu konuda ufuk açıcı isimlerden bazılarının teorilerinden kısaca yararlanalım. Foucalt’nun biyo-politika, biyo-iktidar, disiplinci ve kontrolcü iktidar paradigması ve toplumları oldukça değerli analiz imkanı sunmaktadır. Fakat ayrı bir yazı konusu olacağından düşünürler arasında bir iş bölümü yapmamız gereklidir. Foucault’un biyo-iktidarı toplumsal hayatı onu izleyerek, yorumlayarak, soğurarak ve yeniden eklemleyerek içeriden düzenleyen bir iktidar biçimini anlatır. Modern iktidar bedenin, duyguların, düşüncelerin, hayatın üretimini ve yeniden üretimini organize eder. Foucault’tan Gramsci’nin hegemonya kavramına ve rıza üretimine geçiş yapalım. Bu eşitsiz düzenin devam edebilmesi ideolojik ve kültürel hegemonyadan geçmektedir. Toplumun ideolojik ve kültürel anlamda ele geçirilmeden kontrol edilmesi mümkün değildir. Hegemonyanın özel içeriği, egemen sınıfların kendi çıkarlarını, toplumun ortak çıkarı gibi sunabilmesinde ve toplumun bu durumu gönüllü olarak kabul edebilmesindedir.
Nitekim bu bir rıza üretimidir. Bunun araçları da ideolojik ve kültürel aygıtlardır. Althusser’in DİA (Devletin İdeolojik Aygıtları) kavramını BİA olarak yani Burjuvazinin İdeolojik Aygıtları olarak düşünebiliriz. Nedir bunlar? Dinsel BİA, Okul BİA’sı, Aile BİA’sı, Hukuki BİA, Siyasal BİA, Sendikal BİA, Haberleşme BİA, Kültürel BİA ve dahası. BİA’lar eşitsizliğin ve sömürünün gizlenmesi, doğallaştırılması, normalleştirilmesi, toplumun uysallaştırılması, kitleleşmesi, kutuplaşması gibi birçok fonksiyona sahiptir. Hepsi ayrı ayrı incelenmeye değerdir ve demokratik ve toplumcu bir dönüşüm için gereklidir. Örneğin, Haberleşme BİA’sı basın, radyo-televizyon v.b. sosyal çelişkilerin üstünü örtmek için özel bir rol oynar. Olay ve olguların arkasındaki gerçek nedenlere hiçbir zaman inilmez, kötü olan neyse o haber değeri taşır. Bu kuruluşların çoğunun büyük şirketlerin elinde olduğu düşünülürse bu durumun nedenleri anlaşılabilir. Haberleşme BİA’sı, Siyasal BİA’nın (değişik partileri içeren sistem) kısır çekişmelerinin ötesine geçmez. Sendikal BİA, işçilerin kendi sınıflarının farkında olmaması için iyi bir işleve sahiptir. Ülkemizde sarı sendika diye isimlendirilen, bir avuç sendika ağasının burjuvaziyle olan pazarlıklarına işçilerin yem edilmesi için işlevseldir. Aynı zamanda ideolojik bir aygıt görevi de görerek işçilerin uysallaştırılması için kullanılır. Elbette burada bütün sendikaların böyle olduğu söylenmiyor. İdeolojik aygıtların sosyal yapı içindeki etkinliğine işaret ediliyor.
BİA’lar yine de kültürün içindeki yönelimin içeriğini anlamamız için yeterli değildir ve yapı ile özne ilişkisinde yapıyı fazlasıyla öne çıkarır. Yapının üzerine giydiği elbise olan uygarlığın psikolojisini de anlamaya ihtiyacımız vardır. Horkheimer, “Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların nerdeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir. Ona öğretilen idealler ve bunların kendisinde uyandırdığı özlemlerle boyun eğmek zorunda olduğu gerçeklik ilkesi arasındaki uzaklığı sezmektedir.’’ der. Gerçeklik ilkesi, “Freud’da, bireyin dış dünyanın nesnelliğini ve direncini tanıması, dünyanın kendi düşlemlerinden bağımsız olduğunu öğrenerek kendini ona uydurması’’dır. Uygarlığın bu genç insan tipinin önüne çıkardığı iki seçenek vardır: direnmek ya da boyun eğmek. Konumuz bağlamında biz boyun eğişe odaklanacağız. Horkheimer, boyun eğişin çoğunluğun seçmek zorunda kaldığı yol olduğunu söyler. İnsanlar kendi sıkıntılarından ötürü toplumu suçlama huyundan vazgeçmeseler de gerçekliğe karşı çıkamayacak kadar zayıf oldukları için boyun eğer ve kendilerini silikleştirirler: “Bu insanlar, güçlünün egemenliğini ebedi kural olarak kabul etmeye zorlarlar kendilerini ve bütün hayatları, gerek dışarıdaki gerekse içlerindeki doğayı bastırmaya ve değersizleştirmeye ve kendilerini onun daha güçlü rakipleri ya da vekilleriyle: ırkla, vatanla, liderle, kliklerle ve geleneklerle özdeşleştirmeye yönelik sürekli bir çabadan ibarettir.” Bu durumu psikanalizin içinden çözümlemeye çalışır: “İnsanların doğal dürtüleri, bir tür yeraltı faaliyeti sürdürür ve uysal, boyun eğmiş bireyin bilinçdışının, gerçek ana-babasına karşı bastırılmış bir isyan düzeyinde sabitleşmiş olduğu söylenebilir. Bu isyan, toplumsal ya da bireysel koşullara bağlı olarak, ya işgüzar bir uyumlulukta ya da suç eğiliminde gösterir kendini.”
Uygarlığın psikolojisindeki boyun eğiş, Samir Amin’in iktisadiyatçılık olarak tanımladığı sürekli bir altyapısal kültürel temel ile kışkırtılır. Sokaktaki adam der Amin, -bugün dünden de daha fazla- kaderinin, tıpkı eskiden Tanrı’nın inayetine bağlı olduğu gibi, fiyatları, istihdamı ve geriye kalan her şeyi belirleyen “arz talep yasası’’na bağlı bulunduğuna inanmıyor mu?
Yaşamın nakit çıkarlara indirgendiği dünyada eşitsizliğin büyümesi, yoksulların daha da yoksullaşması tek başına düzen değişikliğini tetiklemiyor. Yoksulların eşitlik ve adalet istemesine neden olmuyor. Aksine itaat, biat, yoksulluğa rızanın üretimi kolaylaşıyor. Neoliberal paradigmanın, post-fordist üretim tekniğiyle gerçekleştirdiği iki stratejik hamleyi analiz etmek gereklidir. Birincisi, büyük ölçekli hiyerarşik yapılardan, parçalanmış, atomize hale getirilmiş üretim tipine geçilerek, görev ve meslekler üzerinden çalışanlar birbirinden yalıtılmış, kontrol kolaylaştırılmış, emek istenildiği gibi esnekleştirilmiştir. İkincisi, çalışanların örgütsüzleşmesi yani varlık alanını ve sesini kaybetmesi sağlanmıştır. Buna egemenlerin her yıl katlayarak büyüttükleri zenginliklerini, emekçilerin ideolojik olarak teslim alınması için kullandığı düşünülürse resim giderek berraklaşacaktır. Sendikalaşmanın ve örgütlenmenin yok edilmesi öyle ironiktir ki örneğin kimi çalışanlar için sendika ve örgüt kavramları bile korkunç hale gelmiştir. Örgüt, terörizmi çağrıştırmakta sendikalar ise sendika ağalarını. Sivil toplumun kuşatılması, egemenlerin ideolojik ve kültürel olarak teslim alma gücü hakkında bilgi vermektedir. Eşitsizlikteki her artış, yoksul yığınların üreme hızlarıyla da birleşmiştir. Her yeni doğan yoksula aktarılan kültürel öge boyun eğiştir. Düzen sahipleri iktidarlarını korumak için bu sefer Batı Avrupa ile sınırlı olmayan bir dünya orta çağı dayatmaktadır. Yurttaş ve yurttaşlık unutturulmakta, resmi metinlerin retoriği ve buyurganlığının sosu yapılarak içi boşaltılmaktadır.
Zenginliklerimiz
Küresel bir dünya krizinin dürttüğü ama uyandıramadığı halklar ve emekçiler, krizden daha güçlü bir etki yaratma potansiyeli olan ve iç içe geçen nesnel bir faktörün (bu salgının) zoruyla karşı karşıyadır. Tarihin paradoksal gerçekliğinde yarılma zamanıdır. Bu kadar büyük ideolojik ve kültürel aygıtlara sahip egemen sınıfları, aynı ölçüde kültürel olarak cevaplamamız namümkündü. Eşitsizliğin en kilit yönü de buradaydı. Ama şimdi sömürülecek yığınların yokluğunda üretilemeyecek bir zenginlik, üretilemeyecek bir hayat söz konusu. Bu nedenle Corona virüs, egemenleri ve düzenlerini sorgulamanın geniş olanaklarını sunuyor. Yalnızca sunmakla da kalmıyor birçok ülkede ekonomik önlemler, geçici de olsa kamulaştırma, ulusal/evrensel gelir hakkı gibi içerikleri barındırıyor. ‘Ünlü’ olarak adlandırılanlar gelir dağılımındaki adaletsizliği vurguluyor. Onlar olmaksızın var olamayacakları yoksullara bağış yapıyorlar. Bloomberg yazarları uyarıyor: “Aman dikkat! Devrim kapıda!” Corona virüs egemenlere bile bu düzen böyle gitmez dedirtiyor. Peki, bizler?
Bizler, doğa ile birlikte zenginliğin gerçek kaynağıyız. Bugün yarattığımız maddi zenginliğe yağmacı düzen sahipleri el koyuyorlar ama düşünsel ve ruhsal hazinemizi (zenginliğimizi) yok edemiyorlar. Çünkü yaşamın adil, onurlu ve özgür kurucu güçleriyiz. “Yaşam”ı anlamlandıran, güzelleştiren bizleriz. Yağmanın, sömürünün, kirli savaşların karşısında olanlarız. Adil ve onurlu bir geleceğin değerlerini yaşatan, yaratanlarız. En zor zamanlarımızda “Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar, Bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan, Ama hep yıkıldığımız yeter…’’ (Barış Bıçakçı) diyenleriz. Canlılarla dostluğundan öğrenecek şeyleri olanlarız: “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.’’ (Nazım Hikmet) Yeryüzüne karışan, kopmaz kökler salanlarız: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına, Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır, Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana’’ (Ataol Behramoğlu)
Direncimizi, anlamımızı, birikimimizi, kültürümüzü, hayal gücümüzü, başka bir insan, toplum ve doğa özlemimizi büyütüp güçlendirmeliyiz…
Kaynakça
İstatistikler için:
UNDP ve OXFAM verileri kullanılmıştır.
Kuramlarından yararlanılanlar:
Hardt, Michael, Antonio Negri, İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları.
Foucault, Michel, Entelektüelin Siyasi İşlevi: Seçme Yazılar 1, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları.
Gramsci, Antonio, Gramsci kitabı: Seçme yazılar 1916-1935, Çev.: İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları.
Althusser, Louis, Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Alp Tümertekin, İletişim Yayınları.
Horkheimer, Max, Akıl Tutulması, Çev.: Orhan Koçak, Metis Yayınları.
Amin, Samir, Avrupa-Merkezcilik, Çev.: Mehmet Sert, Yordam Kitap.
Post-fordizm bölümü:
Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, Çev.:Sungur Savran, Metis Yayınları.