Fikir Genel

Düzenin Zehri: Karamsarlık ve Yılgınlık

Written by Eren Öztürk

‘‘Fırsatlar umutsuzların değil, mücadeleden korkmayanlarındır.’’  Goethe

‘‘Hayatımızı yok eden yaşlılık ve mutsuzluk değil, umutsuzluktur.’’  William Shakespeare

Toplumdaki karamsarlık ve yılgınlık, tek tek bireylerin duygu durumlarının bir toplamı olmaktan öte bir anlama sahiptir. Bu iki duygu durumu birbiriyle eş güdümlü hareket eder.  Kötümserlik yani her şeyi kötü yanıyla ele almak, hep en kötüyü beklemek kaçınılmaz olarak bir yılgınlığı körükler. Bu duygular, kendiliğinden açığa çıkmazlar, bir takım deneyimler ve düşünceler ile duyumsanır ve oluşurlar. Tek tek bireylerin böyle bir duyguya sahip olması için tekil deneyimler yaşaması yeterli olabilir. Çünkü insanların dünyası,  algılarıdır. Toplumların kolektif bir duygu kazanması da onların deneyimleri ile mümkünken, insanlar kadar ‘doğal’ bir deneyim sürecine sahip değildirler.

Toplumlar kendi işleyişini sürdürmek için düzene ihtiyaç duyarlar. Bu düzenin karakteri, toplumun da karakterini belirler.  İçinde yaşadığımız düzen, kapitalizmdir. Topluma karakterini veren esas güç de kapitalizmdir. Kapitalizm ismi çok bilinen ve zikredilen bir sistem olmasına rağmen işleyişi ve yasaları hakkında doğru fikirlere sahip olunduğunu söylememiz güçtür. Zaten böyle bir çelişkiyi barındırmaması halinde sonunu hazırlaması muhtemeldir.

Kapitalizm, en temelde meta ekonomisinin genelleşmesidir. Yani bu sistem önüne gelen her şeyi alınır satılır bir mal haline getirir. ‘’ Kapital iktidarda kaldıkça değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.’’(Lenin) Bu durumu yaratacak araçlar, kutsanmaya ve insanları yönetmeye başlar. Araçlar, onu yaratanlardan daha değerli ve özgür hale gelir.   “Görevliler, görevini yapmaz. Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir.”   (Eduardo Galeano) Sizin ne üretmiş ve hangi emeği göstermiş olduğunuz önemli değildir eğer bu ürettiğiniz şey değişim değeri haline getirilmemişse yani satılmıyorsa bu sistemde hiçbir şey ifade etmez. ‘’Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.’’ (K.Marx) Böyle bir düzenin karakterini verdiği bir toplumda, metaların ve maddiyatın değeri arttıkça insanların ve duyguların/maneviyatın değeri azalır.

Toplum düzeni değil, düzen toplumu yönetir. Bu nedenle düzenin çıkarları da esas anlamda toplumun değil, toplumun bir avuç azınlığının çıkarlarıdır. Bir avuç azınlığın çıkarlarının sürdürülebilmesi, geniş kesimlerin eşitsizliği, adaletsizliği kabul etmesini gerektirir. Kapitalist toplum da yukarıdan aşağıya buna göre dizayn edilir.

Doğar doğmaz insanların önüne iki seçenek konur: ya sömür ya da sömürül. Daha fazla sömürülmemek için ise başkalarını ekarte et, daha çok çalış, yarışta üstte ol. Tepede olmak, güç olmak, sömürmek istiyorsan hiçbir insani ve ahlaki değer tanıma, insanların sırtlarına bas. Bu düzende her tür ahlaki ve insani değer yerini çıkarlara bırakır.  Anlatılan süreç, soyut bir süreç değildir. Doğar doğmaz ait olduğumuz sınıfa ve cinsiyete göre gelecek planlarımız yapılır. Eğitim sürecine sokuluruz. Yaşamın kendi akışı içindeki birçok duygu ve düşünce ile tanışırız. (Keder, neşe, hüzün, mutluluk, aşk, nefret, siyasal, bilimsel, sosyal düşünce ve söylemler) Fakat bir yasa gibi yukarıda saydığımız sınırların içinde ve belirlenmiş koşullar altında gerçekleşir. Düzenin kendi ideolojisi ve ideolojik aygıtlarının sürekli olarak, bencilliği, çıkarcılığı, entrikaları beslediğini,  yalanı, ahlaki çürümeyi, güvensizliği aşıladığını düşünürsek bireysel kişiliğin, davranış ve psikolojinin oluşumunu daha iyi anlamış oluruz. Kapitalizmin anti-demokratik yönetimler ile ele ele verdiği ülkelerde ise daha vahim bir tablo oluşur.   “Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır.”(Jorge Luis Borges)

‘Ben/lik’ düşündüğümüz kadar özgür bir oluşum süreci değildir. ‘Ben’in düzen ile olan bağının koparılarak insan özüne, birey psikolojisine indirgenmesi hatalı bir yaklaşım doğurmaktadır. Öyle ki var olan düşünüş biçiminin ve duygu durumunun nedeni ve sonucu haline gelen bir fanus oluşturmaktadır. Bireyin kendi gerçeğiyle ve toplumsal gerçeklikle yüzleşmesinden, düzenin, sosyal koşulların, bireyin davranış ve benliğinin eleştirisinden bir kaçışı ifade edecektir. Bireyin ‘yalnızlığı’, umutsuzluğu, karamsarlığı haz veren bir edebiyat nesnesi halini gelecektir. Diğer bir hatalı yaklaşım, toplum ve birey arasında oluşan çelişkiyi temel alan yaklaşımlardır. Burada düzen kendini gizler ve sorun ‘başkaları’ ve ‘toplum’ halini alır. Kapitalist düzenin egemen olduğu ve çeşitli ideolojik kılıflar(milliyetçilik, dincilik, sosyal demokrasi, kimi yerlerde sosyalizm) içinde iktidarda bulunduğu gerçeği göz ardı edilir.

Kapitalizm, bireyciliği ortaya attığı ilk dönemlerinde dahi bunu gerçek bir ‘ben’, özgür bir ‘birey’i savunduğu için ortaya atmamıştı. İş gücünün özgür dolaşımı, sanayi özgürlüğü onun için ‘birey’ demekti. Böylece birey, feodal bağlılıktan kurtulacak, kapital iktidarın kontrolünde ve onun çıkarlarına uygun bir ‘özgürlük’ elde edecekti.

İnsanlar mevcut düzende ‘kendi’ olacakları koşullardan, olanaklardan ve zamandan yoksun bırakılarak yaşarlar. Eleştirel düşünmekten uzaklaşırlar. Kendi seslerini duymaları, kendi sesleriyle konuşmaları olanaksız hale getirilir.

‘Ben’in görece özerkliğinin bulunduğunu düşünürsek, bütün süreçlerde düzenin bir oyuncak misali insanı yönettiği gibi yanlış bir algıdan uzak durmak gerekir. Bu da düzenin arkasına gizlenerek kendini temize çıkaran insan figürleri oluşturur.  İnsan ‘ben’i faaldir ve sürekli inşa halindedir fakat kararlarının oluşumunda düzenin ideolojisi güçlü bir rol oynar.

Düzenin devamlılığında ve kuşaklar arası aktarımda grup ve kitle psikolojisi devreye girer. Grubun genel görüş ve davranışından farklı bir görüş ya da davranışın o farklılığı kaldırabilmesi çoğu durumda pek mümkün değildir. Gruptan dışlanma tehdidi, birden çok kişinin aynı fikirde buluşması, sosyal baskı altında kişilerin düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmesi ya da genel kanıyı kabullenmek zorunda kalması, çoğunluk içinde erimesi eğilimini doğurur.

Bu yazı yazılırken insana ve insanlığa dönük şüphesiz bir iyimserlik ve hümanizma ile hareket edilmemektedir. Aksine düzen ve insan arasındaki sosyal ve bireysel bağlantılara dikkat çekilmektedir. İnsan bu bakımdan yaşadığı düzen ile kendi ‘ben’i arasında doğrudan bağlantılar bulunan bir canlıdır. Bu nedenle şüphe duyulmayı ve sorgulanmayı hak eder.

Yılgınlığın ve karamsarlığın toplumsal bir fenomen haline gelmesinin kökenlerinde iki şeyi önemle vurguladık. İlki, kapitalist düzenin sosyo-psikolojik temelleri, ikincisi ise birincisine bağlı olmakla birlikte ayrışan ‘ben’in oluşum süreci. Bu bağlamda, insanların yılgınlığı ve karamsarlığı, düzen ve onun ‘ben’iyle doğrusal bir ilişkiye sahiptir. Çünkü bu duygu durumları, kitlelerin isteklerinin ve heveslerinin gerçekleşmemesi, hayatta istedikleri konuma ulaşamamaları, kötü anılar ve kötü muamele görmeleri, ‘başka’ları üzerinden inşa edilen kişilikleri, ideolojik ve felsefi ön yargıları güçlendiren söylemler ve daha pek çok etmenin bir araya gelmesi ile bir düşünce tarzını doğurur.

Yılgınlık ve karamsarlığın tetiklenmesinde diğer bir etken umudun ve direnmenin felsefi ve ruhsal kaynaklarının bilince çıkarılamamasıdır. Mevcut düzenin eşitsiz, adaletsiz, sömürücü, ahlaki çürümeyi ve kültürel yozlaşmayı besleyen karakterine karşı tavır almak en başta etik bir sorunsaldır. İyiliğin ya da kötülüğün, doğrunun ya da yanlışın kıstasını oluşturan temel çizgiyi burası çeker. Bu düzeni kabulleniş, ruhsal ve felsefi bir çürümeyi getirir. Ancak düzenin karşısında yer alınarak iyilik, doğruluk ve güzellik büyütülebilir. Bu hem yaşamın pozitif, kurucu ve üretken yanlarını görmeyi ve içinde yer almayı sağlar hem de bitmez tükenmez bir enerjiyi içerimler. Düzenin ruhu ve doğasıyla mücadele etmek insanın yeni bir ‘ben’i yaratma sürecidir.

Düzene karşı mücadele etmek, düzenin biçimsel yanıyla mücadele etmek demek değildir. Doğrudan yaşamı ve ‘ben’i üreten ve yöneten karakterine karşı mücadele etmektir. Tüketimin karşısına üretim ve yaratıcılık, hazırcılık ve ezberin karşısına öğrenme ve merak, kabullenişin karşısına sorgulama ve hakikat arayışı, bencillik ve çıkarcılığın karşısına paylaşım ve dayanışma çıkarıldığında yeni bir bireysellik(‘ben’) ve toplumsallık ortaya konur. Bunun sonucunda ‘keder, neşe, hüzün, mutluluk, aşk, nefret, siyasal, bilimsel, sosyal düşünce ve söylemler’ bütün negatif ve yıkıcı içeriklerinden sıyrılır ve yeni, yapıcı, pozitif bir anlam kazanır, yeni bir yaşam inşa edilir.

Yılgınlığa ve karamsarlığa karşı direnmek ve umudu bir eylem haline getirmek böyle mümkündür. Yılgınlık kadar direniş, karamsarlık kadar umut da bulaşıcıdır. Umudun ve direnmenin ateşi, insanlığı ve uygarlığı yaratan, zorba düzeni değiştiren Prometheus’un mirasıdır.

 

Yazar Hakkında

Eren Öztürk