Tarihte birçok insanın ve olayın başına gelen 8 Mart’ın da başına gelmiştir. 8 Mart, kendi temellerinden ve ruhundan koparılarak popülizmin ve popüler kültürün parçası yapılmış ve takvimlere sabitlenmiştir. Emekçi kadınlar vurgusu yapılırken dahi ancak mevcut düzen sınırlarında düşünülmektedir. Sokak eylemlerine esas rengini veren ise belirgin bir biçimde burjuva/küçük burjuva kadın hareketidir. 8 Mart 1857’de dokuma işçisi kadınların tekstil fabrikalarında -daha iyi çalışma koşulları, daha kısa çalışma saatleri ve eşit işe eşit ücret talebiyle- başlattığı eşitlik kavgası 129 kadının canına mal olmuştur. Aradan geçen 53 yıl mücadeleyi daha da yukarı çekmiş ve bilinç eklemiş; tarihin en saygıdeğer kadın önderlerinden Clara Zetkin’in önerisiyle Sosyalist Kadın Konferansı’nda, 1857’nin anısına Emekçi Kadınlar Günü bir mücadele günü olarak kabul edilmiştir.
Tarihsel değeriyle paradoksal bir biçimde 8 Mart bugün, üç ana akım tarafından farklı biçimlerde kullanılmaktadır. Bunlardan biri egemen ideolojinin sürdürücüsü düzen partilerinin 8 Mart üzerinden sahte bir demokrasi ve eşitlik gösterisi yapmasıdır. Diğeri doğrudan kapitalist tekellerin (şirketler, holdingler vs.) yürüttüğü cinsiyet eşitliği propagandası ve 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nü bir alışveriş festivaline çevirerek net ticari kazanç sağlama etkinlikleridir. Sokak gösterilerine ve muhalif medyaya egemen olan biçimiyle ise feminizmin kadın hareketini domine ettiğini söylemek mümkündür. Bugün egemen olan bu üç ana koldan 8 Mart’ı yorumlamaya ve alternatif bir 8 Mart imkânlarını konuşmaya başlayalım.
Kadının sosyal, ekonomik, siyasal eşitsizliğe maruz kalmasında doğrudan pay sahibi düzen partileri 8 Mart’ı yüzsüzce savunur. Bu partiler ellerindeki yetkileri bu eşitsizliği ortadan kaldırmak adına kullanmazlar. Çünkü bizzat savundukları ve üzerinde yükseldikleri düzenin ideolojisince kuşatılmışlardır.
Kapitalist tekeller için durum düzen partilerinden daha traji-komik bir hal alır. Mevcut eşitsizliğin doğrudan yaratıcısı konumunda olan bu güçler, tarihsel bir şımarıklık ve ahlaksızlıkla cinsiyet eşitliğinin reklamını yaparlar. Milyonlarca kadının sömürüsünden, kötü yaşam koşullarından sorumlu bu güçler, toplumsal bir illüzyona tabi tuttukları kitleleri, 8 Mart’ta indirimli fiyatlardan alışverişe davet ederler. Kadının gösterişli bir meta olarak kendini toplumsal alanda sergilemesi için bütün koşullar hazırlanmış olur.
Popüler kültür içinde 8 Mart’ın araçlaştığına dair yakın dönemde ironik bir olay yaşandı: Kadın bedeninin metalaştırılmasına katkı sağlayan ve “ünlü” olarak topluma lanse edilen kimi isimler, 8 Mart’ta sosyal medya hesaplarını dondurarak kadını daha görünür kılmayı hedeflediklerini açıkladılar. Yüz binlerce güvencesiz, eşit işe eşit ücret alamayan kadının sorunları bir tarafa bir de kadın sorunuyla böyle radikal(!) mücadele veren kadınlar da bulunmaktadır.
Feminist ideoloji ise gün geçtikçe -egemen güçlerin de önlerini açmasıyla- kadın hareketinde etkisini artırmaktadır. “Kız kardeşlik’’ bağı ve “kadın dayanışması” gibi ilk bakışta oldukça naif gelen bu sloganlar esas anlamıyla kadınlar arasındaki sınıf farklarını gizlemek için oldukça güçlü ideolojik malzemelerdir. Kadınlar arasındaki sınıf farklarının yok edilerek ortak bir kadın kimliğinin yaratılmasıyla, zaten toplumsal hiyerarşide işçi ve yoksul kadınların üstünde olan orta ve üst sınıf kadınlar, “özgürlük” alanlarını büyütmek istemektedir. “Beden, cinsellik ve emek” söylemi, orta sınıfların düzen içindeki konumunu ileriye taşımaktan öte herhangi bir anlama sahip midir? İşçi ve yoksul kadınlar kültürel geri bırakılmışlık ve toplumsal gözaltı koşullarında bu talepleri nasıl sahipleneceklerdir? Kaldı ki herhangi bir düzen değişikliği talebini içermeyen bu kısmi talepler, sorunun gerçek çözümü açısından nerde durmaktadır? Burjuva kadınların dünyası, talepleri ve düzene yaklaşımları ile işçi-emekçi kadınlarınki bir tutulabilir mi? Bu sınıfsal ayrımları “kız kardeşlik” bağıyla barıştırmaya çalışmak bu düzenin yararına değil midir?
Tüm bu olumsuz tablonun eleştirisini yapmanın bizlere sağladığı elbette olumluluk da mevcuttur: 8 Mart ışığında, emekçi kadın hareketi hem teorik hem de pratik olarak kendini güçlendirmelidir. Burada kastedilen emekçi kadın hareketinin taleplerini ekonomik taleplerle sınırlaması değildir. Aksine -koca bir düzeni içine alacak şekilde- kültürel, bedensel, sosyal, ekonomik, dilsel değişimleri kapsayacak bir düzen değişikliğini gündeme getirmesi ve mücadele içinde-kendi yaratacağı kurum ve ilişkiler ile- bu düzenin karşısına yeni bir düzen koyabilmesidir. Emekçi kadın hareketi kendisi ile burjuva kadın hareket arasındaki farkları net bir biçimde koyabilmelidir ki kendi celladından veya celladıyla bir “kurtuluş” beklememeli ve hayal etmemelidir.
Clara Zetkin, Marx’ın kadın sorununa katkısını anlatırken bu durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır:
“Burjuva bayanları ile proleter kadınları sözüm ona birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir ‘kız kardeşlik’ ‘gönüldaşlığı’, materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi sönüp gitmiştir. Marx, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir; ama o aynı zamanda, birincisini (proleter kadın hareketini) kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış zincirini de yaratmıştır. Böylece o, mücadelemize, hedef açıklığını ve büyüklüğünü, üstünlüğünü kazandırmıştır.” (Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, İnter Yayınları)
Rosa Luxemburg ise keskin düşünsel gücüyle emekçi kadınları uyarmaktadır:
“Rahatı yerinde burjuva kadınları arasında kadınların eşitliği çağrısında bulunanlar da, (feministler yani) maddi kökleri olmayan güçsüz birtakım kümelerin saf ideolojisi, erkek ile kadın arasında karşıtlığın bir hayaleti, bir gariplikten başka bir şey değildir. Yani aslında, süfrajet hareketin doğası bizatihi maskaralıktır…
..Burjuva kadınlar, erkeklerinin proletaryadan çekip aldıkları artı-değerin ortak yiyicilerinden başka bir şey değillerdir. Onlar toplumsal bedenin üzerindeki asalağın asalağıdır. Ve tüketiciler genellikle asalakça yaşam “haklarını” savunurken sınıf egemenliği ve sömürüsünün doğrudan temsilcilerinden bile daha acımasız ve pervasızdırlar. Büyük devrimci mücadelelerin tarihi bunu korkunç bir tarzda kanıtlamaktadır.” (Rosa Luxemburg Kitabı Seçme Yazılar, Dipnot Yayınları)